Kolum ağrımasa başım ağrır. Kendimi bildim bileli sürekli hasta olurum. Bir nazardır bitmedi. Okunmadığım hoca, gitmediğim doktor kalmadı. Ama beterin beteri varmış. Asıl kabusum başlayalı üç hafta oluyor. Akşam eve geldim. Karnımda bir ağrı, geçmek bilmiyor. Kıvrandım kıvrandım ve sonunda ne olduğunu anladım. Afedersiniz ishal. Bir gece sürer geçer dedim ama bitmek bilmiyor. Tuvalete git gel yoruldum, yatağımı hole taşımayı bile düşündüm. Beş altı gün sürdü. Normal değil, bunun altında kesin başka bir şey var.
Önce Şerife Ablanın verdiği eriklerden diye düşündüm. Şerife Abla bizim işyerinin yardımcısı. Çay, kek, çorba, etrafın temizliği, kim kimden hoşlanıyor, kim kimin ayağını kaydıracak her şey ondan sorulur. Müdür yanında halt etmiş. Ofiste kalmak istiyorsan Şerife Ablayla arayı iyi tutacaksın. Geçen iğne oyası tülbent oyası satıyordu üç tane aldım. Erkeğim ben ya, üstelik tek yaşıyorum. Ne annem var ne babam. Ne elimi tutacak bir karım ne üstümde tepinecek bir çocuğum. Bildiğin kimsesizin tekiyim. Bir patates haşlayanım bile yok. Küçükken ishal olduğumda annem hemen patates haşlar, babam bir koşu kola ve çubuk kraker alırdı. Annem kolanın bizim evde ne işi var diye söylenirken ben kolayı içer ve iyileşirdim. Patatesler salataya dönüşür, yanına el açması börek bir de sımsıcak tavşan kanı çay. Üşüyorum çok üşüyorum. Bu Şerife Ablanın verdiği köyünün tozuna bulanmış eriklerden olamaz.
Baktım bu ishal geçmiyor, devlet hastanesi aciline gittim. Özele gitsem bir dünya para. Üç saat bekletip ishal kesici, antibiyotik, mide koruyucu bir de istirahat raporu verip yolladılar. İshal beş altı güne geçti ama üşüme geçmedi, çok üşüme, ayağıma karnıma sıcak su torbaları, UFO’nun önünde üçer kat battaniye. Bu battaniyeyi taşınırken annem vermişti, hani şu sarı kahverengi çiçek desenli, dokunduğunuz anda kaşınma ve hapşuruk garantili. Kaç zamandır koltuğun altında duruyordu ama mecbur çıkardım. Isınamıyorum, kendimden en uzağa, üçüncü kata attım onu. Burnumu kaşındırmaktan başka işe yaramıyor, yok olmuyor ısınamıyorum. İki saatte ısınır gibi oluyorum sonra tekrar bir üşüme alıyor beni. Halsizlik, yorgunluk, idrar ve kan… Üç hafta oldu işe gidemiyorum. Müdürden önce Şerife Abla aradı. Şöyle üşüyorum, böyle halsizim deyince hemen teşhisi koydu. “Bizim köydeki Dayımın Hasan da aha böyle olmuştu. İki aya kalmaz kara toprağı boyladı. Neyse sen canını sıkma, bir imtihandır geçer. Allah şifanı versin.” Canını sıkma dedi ama mümkün mü? Ofiste adıma çelenk hazırlatmıştır şimdiye.
Kanser miyim, prostat mıyım yoksa sonunda üzerimdeki nazar beni eritip yok mu edecek derken kendimi dahiliye koridorlarında buldum. Tabii ki devlet hastanesi. Nisan ayı, üzerimde kaşe kabanım, kucağımda evden beri yanımda taşıdığım artık soğumaya başlayan sıcak su torbam. Yakamda bir işe yaramayan nazar boncuğum. Boynumda cevşenim. Artık boynunda cevşen taşıyan kimse kalmadı. Havasız, bıkkın bir uğultu tüm koridorda.
Doktor elindeki kâğıda bakıyor, “CRP yüz otuz dört.” Açıklamasını bekliyorum ses yok. “Ne demek hocam, kötü mü?” Direkt söyleyin çekinmeyin. Doktor yüzüme bile bakmıyor, “Bir şeyle savaşıyor vücut.”
Savaşan ben değilim yani, vücudum kendi bildiğini okuyor. Beyaz küre yükselmiş diyor, ben de hemen aklımdan sayıyorum, kaç farklı renkte kürem var ki beyazı yükseliyor? İçi boş karenin içine sıkışmış hissediyorum. Küreyi hayal edemiyorum. Yüksek kenarlarına çarpıyorum. Bir röntgen peşine ultrason, sonra bir hemşire geliyor: “Biraz kan, biraz idrar.” Sanki market listesi.
Altı saat serumda kalıyorum. Damardan içime serinlik akıyor, yine üşüyorum. Koluma takılan iğne yerinden bile ısı geçmiyor. Gözlerim istemsiz kapanıyor. Sanki biri içeriden ışığı kapatıyor. Sesler kalıyor. Serum damlasının tıkırtısı, bir yerden metal tepsinin sesi, sonra bir kadın sesi kalın, tanıdık. “Ne dedik biz sana? Üşüme, dedik.” Gözlerimi aralıyorum. Beyaz tavan yerine, gri bir tülbent sallanıyor üstümde. Ucunda iğne oyası. Şerife Abla. Üzerinde doktor önlüğü, cebinde stetoskop, kulağında mavi nazar boncuğu. “Geç kaldın,” diyor. “Dosyan şişti.” Bir dosya açıyor önümde. Sayfalar tıbbi rapor dolu. Her sayfanın kenarında iğne oyası var. “Süsledim,” diyor. “Kader de süslenmek ister.” Elini kaldırıyor, sesi yankılanıyor, “Amilaz gelsin!”
Bir adam giriyor, elinde kepçe. Üzerinde mutfak önlüğü, ama üzerinde “LABORATUVAR” yazıyor. “Amilaz Bey bu,” diyor Şerife Abla. “İçinde ne varsa karıştırır. Karıştırdıkça köpürür.” Sonra kapıdan biri daha. “Lipaz!” O da geliyor, sessiz, elinde küçük bir çay bardağı. Şerife Abla dirseğiyle bana vuruyor. “Amilaz’la Lipaz” diyor, “Çeyreğini hazırla, yakında düğünümüz var.” Doktorlardan biri CRP. Ceketinin yakasında parlak kırmızı bir rozet. Gözleri yanıyor. Üzerime Cipro tüpü sıkıyor. Ben sadece dinliyorum. Bir hasta değilim artık, bir olay yeri gibiyim. Herkes arkamdan konuşuyor. Bir anda hemşire geliyor, elinde serum değil, semaver.
“Kan verdin mi?” diyor.
“Verdim.”
“İdrar?”
“Verdim.”
“Çay ister misin?”
“İçim kaldırmıyor.”
“Olmaz,” diyor, “midene sıcak gitmezse raporun uzar.”
Şerife Abla dönüyor bana.
“Senin safra hâlâ çamurluymuş.”
“Ne yapacağız?”
“Karıştır biraz. Biraz dua, biraz deterjan.”
“Deterjan mı?”
“Temizlik imanın yarısı,” diyor, gülüyor. Ama gülüşü yankılanıyor, tavan çatlıyor. Tavandan dökülen tozlar yere değil, havaya düşüyor. Tozlar küre gibi dönüyor etrafımda. Beyaz küreler. Kendi kendilerine konuşuyorlar.
“Yine savaşıyoruz.”
“Kime karşı?”
“Bilmiyoruz.”
Birden Şerife Abla elindeki stetoskopu duvara fırlatıyor. Ses yankılanıyor, duvar değil, ben çatlıyorum. Kollarımın içinden serum hortumları değil, ince dallar çıkıyor. Uçlarında yeşil yapraklar. Şerife Abla yaklaşıyor, birini koparıp inceliyor. “Bu iyiye işaret,” diyor. “İçinde erik büyüyor.”
Sonra hepsi birden bana bakıyor. CRP, Amilaz, Lipaz, Sedim, hepsi aynı anda eğiliyor. “Organ isterim,” diyorum ben. Bir sessizlik oluyor. UFO’nun sesi uzaktan geliyor, pırıl pırıl. Battaniyeler üzerimde değil, gökyüzünde asılı. Hastane koridoru bir tülbente dönüşüyor. Ortasında Şerife Abla bana doğru eğiliyor, elinde haşlanmış bir patates. “Al,” diyor, “şunu ye. Sıcaktır. Üşüme.”
Uyanıyorum. Ama uyanmak dediğim, göz kapaklarını kaldırmak değil. Daha çok, birinin içerden beni yeniden açması gibi. Bir tık sesi sanki fiş takılıyor. Bir ışık. Bir ses, “Hasta uyandı.” Etraf beyaz. Beyazın da bin tonu var. Bir tanesi duvarın, bir tanesi çarşafın, en parlak olanı tavandaki floresanın. Bir hemşire bana bakıyor. “İyisin,” diyor. “Ne kadar iyiyim?” “Orta.” Orta. Demek artık ruh hâllerim de ölçülüyor. Sağımdaki serum bitmiş. UFO yok, ama onun yerinde bir makine var. Küçük bir ekran, CRP: 20 yazıyor. Floresan yanıp sönüyor. Her sönüşte farklı bir yerdeyim.
Birinde annemin dizinde,
birinde hastane koridorunda,
birinde Şerife Abla’nın mutfağında.
Sonra bir anlığına bütün ışıklar aynı anda sönüyor. Karanlıkta, sadece bir cümle kalıyor, “Bu nazar da geçmek bilmedi.”