Aç Ayı Oynamaz

Rabia Bayazit

Gözünü açıp da günün hangi saatinde olduğunu tahmin edecek takati bile yoktu. Neredeyse yirmi gün geçmesine rağmen doktorların dediklerinden, yaptıklarından hiçbir şey anlamamıştı. Düşünmek de istemiyordu. Dili damağına yapışmış gibiydi. İnsanın bir su vereninin olması ne büyük nimetmiş, diye geçirdi içinden ve sonra yine uykuya daldı.

Saatler sonra uyandığında hem çok halsiz hem de çok susuzdu. Çöl fırtınasının tam ortasında kalmış bir bedevi gibiydi. Ama o metropol insanı olarak bu hallere düşmenin acziyetini kabullenemiyordu. Önce doğruldu ve doğrulurken beynine saplanan ağrının biraz dinmesini bekledi. Hafif bir rahatlığa erişince lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Kutu gibi evde yaşamanın avantajıyla iki adımda mutfağa geçip kana kana su içti. Mutfak içler acısıydı. Kap kacak üst üste, yemek artıkları her taraftaydı. Evi böcek basması an meselesiydi. Oturduğu sandalyede biraz kıvrandı. Sonra aklına gittiği her doktorun söylediği şeyleri not ettiği kâğıt geldi. Nereye koymuştu o kâğıdı, hatırlamıyordu.

Yemek siparişi vermek için eli telefona gitti ama son siparişinin nasıl hayatını kararttığını hatırlayıp ofladı. Şimdi ne yemek yapacaktı? Acaba yapabilecek miydi? Zamanında annesini dinleyip evlenseydi daha mı iyi olurdu acaba? Sevmeden de evlilik mi olurmuş hem… Olurdu belki de. Bir tas çorbası olurdu. Isıtırdı bu içini, hem severdi de çorbayı yapan elleri. İş başa düştü, diyerek mutfağı toparlamaya başladı. Önce çöpleri topladı, sonra bulaşıkları sudan geçirip bulaşık makinesine dizdi. Karamsar olmanın hiç de sırası değildi. O bir başak burcu erkeğiydi. Parasını kazanıyor, evini süpürüyor ve yeri geldiğinde yemeğini yapabiliyordu. Sadece uzamıştı okul denen meretle işleri, hepsi bu.

Mutfağı akça pakça yaptıktan sonra annesinin gönderdiği tarhanayı ısladı. Tarhananın çözülmesini beklerken hastaneye gittiği ilk gün aklına geldi. Günlerce ishali geçmemişti. Bir yandan vizeler bir yandan da ishal onu iyice eritmişti. Üstelik sıtmaya tutulmuş gibi tir tir titremeye başlamıştı. Artık dayanamayınca son vizesinden sonra acile atmıştı kendini. Acil doktoru adının hakkını vermiş ishalin acilen kesilmesi için ishal kesici ve bir de antibiyotik yazıp göndermişti. Bol sıvı alımı lütfen, diye de eklemişti. Allah’tan doktordan mide koruyucu rica etmişti de ayrıca mide ağrısı çekmekten kurtulmuştu. Doktor gören her hasta gibi hemen iyileşeceğini ummuştu ama işler öyle sandığı gibi gitmemişti.

Tarhanayı kâsede iyice erittikten sonra tencereye biraz yağ ve biraz da salça eklemişti. Salçayla yağı kavururken çıkan kokudan midesi bulanmıştı. O bulantı acilden çıkıp eve geçtiği geceyi hatırlattı. Acil doktorunun yazdığı ilaçları aldıktan sonra eve geçmiş ve yemek siparişi vermişti. Tavuk dürüm tam bir özgür birey dostuydu. Öyle ki ingilizceden sonra ikinci yabancı dili gıd gıd gıdak olabilirdi. Dürümü yedikten sonra ilaçları almış, bol bol su içmişti ama bir yandan midesi bulanıyor bir yandan da üşüyordu. Çöl bedevisinden önce rus köylüsü olmayı başarmıştı. Tundra ikliminde yakacak bir odun bulamayan bir oduncu gibiydi. Acile gittiğinde açlıktan üşüdüğünü düşündüğü için doktorla paylaşmamıştı bu bilgiyi ama ısıtıcının karşında üç kat battaniye altında bile üşümesi geçmeyince korkmaya başlamıştı. Korku ve bulantı öldürücü bir zehirdi.

Şimdi tarhanaya bolca kuru nane de eklemişti. Nanenin, ben sizdenim, kokusu onu biraz rahatlatmıştı. O geceyi düşünmeye devam ediyordu: Üşümesi geçmediği gibi halsizlik ve yorgunluğu da artmıştı. O sırada hemşire arkadaşını arayıp durumunu aktarmış, arkadaşı tavuktan zehirlenmiş olabileceğini söylemiş ve hemen hastaneye gitmesi gerektiğini anlamıştı. Hastaneye gidince kan ve idrar tahlilleri yapılmış, CRP’sinin 134 olduğu söylenmişti. Doktora bunun ne anlama geldiğini soramadan nöbetçi dâhiliye doktoru tarafından yeniden kan ve idrar tahlili yapılmıştı. Ek olarak hem batın hem de göğüs için ultrason ve röntgen de istenmişti. Genel bir tarama gibi hissettirilse de bir şeyler epey sıkıntılı görünüyordu. Tetkikler sonrasında altı saat boyunca serum yedi. Aslında içse aynı derece etki ederdi herhalde ama aciliyet söz konusuydu. Ama yapılan tetkiklerde safrada bir şeyler görününce cerraha sevk edildi. Bu, sabahı beklemesi demekti. Serumun etkisiyle uyuyakalmıştı.

Altı su bardağı soğuk suyu tencereye boşalttı. Her bardakta altı saat boyunca yediği serum geldi aklına. Tek başına hastane köşelerinde olmak da zordu. Ulan bir de erkek adam olacağım ha, dedi kendi kendine. Acı acı güldü. Tarhanayı hiç durmadan karıştırması gerekiyordu. Çorbada tuzum da olsun, diyerek tuz ekledi. İyi bir komedyen olabilirdi. Ama şimdi şifa niyetine çorba yapmalıydı. Bir yandan da bulamadığı kâğıda yazdıklarını hatırlamaya çalışıyordu. Salı sabahıydı. Gelen cerrah yeniden kan ve idrar tahlili istemişti. CRP bu sefer düşmüştü ki anladığı kadarıyla bu iyi bir şeydi. 134 nerede 20 nerede, dedi kendi kendine. Cerrahın kasık ve safra ultrasonu yaparken dediklerini hatırlamaya çalıştı. Safrası temizdi. Tüm sonuçlarına bakarken pankreatit enzimleri, polip amilaz amiral battı gibi bir şeyler de demişti de neyse ki öğlene kalmadan hastaneden çıkmıştı. Teşhis olmadan tedavi edilmişti sanki ama yine de hâlâ kendine gelememişti.

Çorba yavaş yavaş kaynamaya başlamıştı. Karıştırmaya devam ederken bir anda donakaldı. Cuma son vizesinden sonra acile gitmişti. Salı sabahı cerrahın onu taburcu etmesiyle hastaneden çıkmıştı. Sadece cuma gecesi eve gitmişti ve çok geçmeden yine acile dönmüştü. Acil doktoru, daha sonra da nöbetçi dâhiliye doktoru onu görmüştü. Ama tüm bunlar arka arkaya olmuştu. Nasıl oluyor da pazar ve pazartesiye dair herhangi bir şey hatırlamıyordu.

Ocağın altını kapattı. Sandalyeye oturdu ve kâğıdı hemen bulması gerektiğini anladı. Bir hışımla ayağa kalktı. Ceketlerinin, pantolonlarının ceplerine baktı, yoktu. Kafayı yiyecek gibiydi. O sırada telefonu aklına geldi. Arama kayıtlarında cuma gününe baktı ama yoktu, hemşire arkadaşına dair kayıt yoktu. Delirdiğini düşünmeye başlamıştı ki pazartesi kaydını gördü. Arkadaşını pazartesi aramıştı. Kesik kesik nefesleri artık derin derin nefeslere dönüşmüştü. Düşünmek istemiyordu. Kalktı, ekmekleri dilimledi. Çorbayı kâseye koydu ve içmeye başladı. Her yudumunda Anadolu garibi olmanın hazzını yaşıyordu. Yüzüne gözüne kan gelmişti. Artık kendini daha iyi hissediyordu. Doktora aşamasında ikinci üniversite okumak ona iyi gelmiyordu. Kararlıydı, bırakacaktı okulu. Bu kararını ne zaman nasıl uygulayacağı üzerine düşünürken telefonuna okul grubundan mesaj geldi. Bir sınav sonucu daha açıklanmıştı. Mesajları okurken biri “Ha şu aslında cuma olmamız gereken ama fırtınadan dolayı pazartesi olduğumuz sınav” şeklinde bir şey yazmıştı. O an öyle bir kahkaha attı ki duyan gerçekten delirdiğini sanabilirdi. “Kör olsa bu kadar görmezdi oğlum!” diyerek kahkahasını kesti ve buzdolabına iliştirdiği kâğıda bakakaldı.