Ervahı ezelde levhi kalemde onun bahtını kara yazmışlardı. Türkünün bu kısmını o kadar inanarak söylerdi ki hayatta inandığı tek tük cümlelerden biri oluvermişti. Sesini buğulu hâle getirişi, boğazından çıkarken onu yakışı, sesiyle âdeta ruhlar âleminin kapısını pat pat pat çalışı, ek olarak gözünü kapatıp boynunu eğişi…Tüm bunlar etkili bir giriş içindi. Kara yazmışlar, derken kestirip atardı. Çünkü kara yazmışlardı.
Güneşin sıcağı tepesine geçerken, kazmağı toprağın bağrına savururken hep bu türküyü söylerdi. Ama en çok bu dizeyi uzatırdı. Kara yazmışlar, kara YAZMIŞLAR, KARA YAZMIŞLAR! Acaba kara yani siyah mı yazmışlar yoksa karın üstüne mi yazmışlardı? Ne önemi vardı? Her türlü anlamı iç bunaltıcıydı işte. Topraktan hınç alır gibi çalışırdı tarlada. Milletin oğluna uşağına atasından neler kaldı, bana kala kala bir avuç toprak kaldı diye isyan ederdi kendi başına. Bunu dillendirmezdi birinin yanında ama. Başkalarının yanında dillendirirse Allah’ın zoruna gideceğini düşünürdü. Kendi başınayken Yaradan’a şikâyetlerini sıralayabilirdi. Ona ağlayabilirdi, imtihanımı tamam et de biraz da varlıkla imtihan olayım diyebilirdi ama Ülema’nın yampiri oğlu Hasan’ın yanında, yalancının teki Veli’nin, bağ bahçeden çalmadık zerzevat komayan Yavuz’un yanında ne demeye böyle serzenişler edecekti? Anası derdi ki: “Ağzını olup olmadık yerde açma. Herkes kendi kulağına geleni anlar.” Rahmetli kadının sözünü hiç çıkarmadı aklından. İçini bir Allah’a açtı.
Yüzüne değen soğuk su, zihninde yeni bir sekme açmıyordu artık. Açtığı tüm sekmeler, bir bir kapanmıştı çünkü. Soğuk su, onun yüzüne sadece soğuk bir su olarak değiyordu. Nimet, ona en yalın hâliyle davranıyordu artık. Yalnız yaşadığı evi, odalarında dolaşan uğultudan başka bir ses doldurmazdı kulağına. O sabah da bunları yaşayarak sürükledi vücudunu. Yanına azığını, iki litre suyunu aldı çıktı evden. Tarla yolunda rastladıkları aynıydı her sabah. Kimine selam verdi, kimine kaş devirdi geçti. Köylük yerde herkesi seveceksin diye bir kural yoktu. Anadolu irfanı bazen işlemezdi. Yine de bu köyün tarlaya giden yolu, onun hozanlamış içini canlandırırdı. Bu yol insana yaşamanın taze meyve tadını yeniden verirdi. Atasının onu hapsettiği bu köye böyle ufak anlarda içi ılınırdı yine de.
Ervahı ezelde levhi kalemde. Onun bahtını kara yazdığına inanarak vurdu kazmayı toprağa. Bir daha bir daha bir daha. Art arda sıraladı durmadan. Komşu tarlaya oğul uşak bit yavşak gelenlerin kalabalık sesini duysa da aldırmadı, kaldırmadı başını. Hava ağırlaşmadan toprağı gevşetmeliydi. Bu sene niyeti buraya sebzenin türlü çeşidinden dikmekti. Hepsini kendisi tüketemiyordu. İhtiyacından fazla geleni satacaktı. Alıcıları aynı kişilerdi genelde. Yan tarlanın sesleri, ona da yârenlik ediyordu. Çocuk seslerine annelerinin sesi karışıyordu. Duldaya, duldaya geçin, diye bağırıyordu kadın. Güneş çarpar, duldaya! Çocuklar, annelerini bir iki kere daha bağırttıktan sonra duldaya geçtiler. Sesler azaldı.
Vakit öğleye yanaşırken tarlanın epeyisi bitmişti. Küçük alıcın dibinde suyunu içti. İkindiye şura bitse, akşama da şura, yarına az iş kalır diye sevindi. Sevindi sevinmesine ya yarın da bir başka işe girişecekti. Olaydı dünyada ikbâlim yaver ikbâlim yaver. Annesi olsa bir iş bitince diğerine giriş buyuruyor Allah, söylenme diye paylardı. Annesi yokken insan kendisini paylamayı da öğrenirdi. Payladı da.
Öğle vakti azığını yedi. Biraz dinlendi. Ağacın duldasına uzandı bir süre. Göğü izledi. Bulutlar yığın yığın bir yere gidiyorlardı. Acelesiz. Akşam ezanına kadar çalışmasa ne olurdu sanki? İkindiye kadar çalışsa. Sonra evine dönse. Kalktı yerinden. İkindiye kadar devam edeyim diye düşündü. Sonra canım istemezse basar giderim. Kazmayı bir savurdu, iki savurdu, ikinci savuruşunda bir camın parçalanma sesini duydu. Elinden kazmayı bırakıp baktı neymiş diye. Bir şişe parçalanmış duruyordu. Yalnız içindeki kâğıt dikkatini çekti. Daha kâğıda yönelmeden aklına türlü çeşitli hayaller hücum etmişti bile. Ne hayali olabilirdi Allah için? Tabii ki bir hazine haritası olduğunu düşledi. Başka bir ihtimal gelmiyordu aklına. Yaşı elliyi aşmıştı. Bir sevdiği olacak da ona gizliden şişe içinde mektup bırakacak değildi ya. Koştu aldı toprağın içinden hemen. Kazmanın darbesiyle ortası yırtılmıştı ama okunuyordu yine de. Aklına yan tarladakilerin varlığı geldi. Korktu gördülerse diye. Ama bir ağacın altına oturmuş, çay içiyorlardı. Oh, dedi. Niye ortakçı olacağım elin herifiyle sanki? Çalışsın da kazansın. Azık torbasını kaptı. Kazmasını sınırdaki otların içine sakladı, evin yoluna düştü. Kâğıda evde bakacaktı. Açık havada tehlikeliydi. İllaki bir dorukan olurdu. Sakin sakin yürümeliydi. Keşke eşeği de getirseydim diye düşündü. Bundan hızlı varırdım. Yürüyüşüne sakinliği giydirdikten sonra yüzüne de mukayyet olmaya kalktı. Sevinçten sağa sola kayıyordu. Bekçiyi gördü yolda. “Ne o la Bekir? Hayırlı kısmet mi buldun? Yüzün şav şav şakıyor güneş gibi.” diye takıldı. “Ne kısmeti? Tarlayı epey bitirdim de ondandır.” dedi bekçiye. Dediğine kendisi de inanmamıştı ya olsundu. Savmıştı işte başından.
Eve kendini dar attı. Kapıyı kilitledi. Kalın perdeleri de çekti. Cebinden çıkardı kâğıdı. Eli titriyordu heyecandan. Okumaya başladı: Üç hafta önce ishal, üşüme. Tövbe tövbe, gerçekten de üç hafta oluyordu ishale yakalanmıştı. Tir tir titriyordu da komşuları Fadime kadın çorba getirmeseydi tahta ata binecekti. Kâğıt, hazine yeri gösterir değil de acaba bir ermişlik kâğıdı mıydı? Mide koruyucu, antibiyotik, devlet hastanesi… Bunlar da doğruydu. Doktor midene kötü bakmışsın hacı emmi demişti, mutlak surette mide koruyucuyla iç ilaçlarını. Yoksa delinir Allah korusun. Devlet hastanesinin bakımsız bahçesinde bir ağacın altında oturup kalmıştı onun bu sözleri üzerine. Delinirse delinsin kâfirin midesi, diye hiddetlenip kalkmıştı sonra. Ölüp giderim de kurtulurum işte. Safrasında da bir şeyler görmüştü doktor. Aha işte kâğıtta bu da yazılıydı. Euzubesmeleyle kâğıdı divanın üstüne bıraktı. Biri onu mu gözlemişti acaba? Hastanede çalışan köylülerden biri onu işletmek için yazıp da tarlasına atmıştı belki de. Kesin o hayırsız yeğeni Cemil’in işiydi bu. Zevzek. Üç beş akrabasından biri de bu Cemil denen gevşek oğlandı. Şimdiye kadar bir kişiye hayrı dokunmamıştı. Kesin onun işiydi bu da. Hışımla kalktı yerinden. Eline kâğıdı da aldı. Komşuya vardı. Evde komşunun on on bir yaşlarındaki oğlu vardı. Bana şu numarayı ara diye telefon defterindeki numarasını gösterdi Cemil’in. Oğlan, aldı defteri; baka baka yazdı telefon numarasını. Bir gözüyle de adamın elindeki kâğıda bakmaya çalışıyordu. Telefon çaldı, Cemil alo dedi. Alon batsın senin şerefsiz, diye sinirle başladı konuşmaya. Cemil’in sesi geliyordu: “Arif dayı? Ne oldu ne ettim sana da böyle dedin şimdi?” O böyle deyince iyice köpürdü, sanki elindeki kâğıdı görüyor gibi salladı telefona doğru: “Bu ne ulan bu ne? Varımı yoğumu dökmüşsün. Tarlama da gömmüşsün şişe içinde. Ulan senin tohumuna para mı saydılar? Ne eğleniyorsun benimle ha ne demeye? Anana söyle, eğer yanınıza varırsam yemin şart olsun senin o çalıdan dönme bacaklarını yediye sekize kıracağım.” Cemil sessizce dinliyordu. Sonra yemin şartla kendisinin haberi olmadığını söyledi. Zaten en son dört ay önce geldim ben köye, dedi. Adam başta inanmadı ama sonradan sakinleyince üstelemedi. Belli ki haberi yoktu. Tamam öyleyse diye geçiştirip kapadı telefonu. Oğlan, tuhaf tuhaf bakıyordu adama. “ Hadi sağ olun. Babangile selam söyle.” deyip hızla ayrıldı komşu evinden. Çocuk arkasından bakakaldı.
Yine perdeleri sıkı sıkıya örtülü odaya geçti. Kâğıdı hışımla çıkardı cebinden. Divanın üstüne fırlattı. Bir süre kâğıttan yana bakmadı. Sonra dayanamayıp yavaş yavaş yönünü döndü. Safra temiz, çamurlu. Doğru çamurluydu safrası. Yoğurt suyu içip duruyordu bu yüzden. Tövbe tövbe, dedi kâğıdı yeniden eline alırken. Bu da doğru tövbe tövbee. İçine sıkıntı çöreklendi. Nereden bulmuştu bu uğursuz kâğıdı? Kendim mi yazdım acaba diye şüpheye düştü bir an. Kendim yazsam niye şişeye koyup tarlama gömeyim, deli miyim ben, diye kendi kendini tersledi sonra. Öyle ya. İki sabahtır sabah namazına kalkmıyordu. Acaba bu Allah katından ona çekilmiş bir ihtar mıydı? Allah’ın ihtar için böyle işlere ihtiyacı mı var diye utandı düşündüğünden sonra. Ama Allah belki birinin aklına düşürdü, birinin rüyasına soktu. İçten bir estağfirullah çekti. Akşam ezanı başlamıştı o an. Nasıl da birbirine denk getiriyor kurban olduğum, diye düşündü. Gözü doldu o an. Kâğıdı bırakıp akşam namazı için camiye yollandı.
İki elin parmağını geçmeyen cemaat, imamın arkasına dizilince yanındakilerin yan yan bakışlarını fark etti. Pek camiye uğramazdı, doğruydu. Ama namazını kılardı. Bunlar da işte camiye gelmezdin sen, hayırdır bakışı fırlatarak namazlarını kabul ettireceklerini düşünüyorlardı. Besmele çekti, şeytanı kovdu. Namaz çıkışı onu eğlemeye çalıştılarsa da durmadı. Yolu uzatarak evine vardı. Mutfağa geçti hemen. Sevmediği biri var gibi kâğıdın olduğu odaya girmedi, ters ters baktı o yana. Çayın yanına menemen yaptı. Radyoyu açtı. Kastamonu’nun merkez radyolarından biri çekiyordu burada sadece. Cızırtıların arasında sesini duyurmaya çalışan türkünün sesi mutfağı aştı, kâğıdın üstünde dolandı. Kâğıt yerinde kıpırdanır gibi oldu. Yemeğini yiyince mecbur kâğıdın olduğu odaya geçti. Uzağına oturdu ama. Bir süre sonra dayanamadı yine eline aldı kâğıdı. kan, idrar: CRP: 134 beyaz küre. Allah seni kahretsin kâğıt, dedi. Ne diyorsun sen ne? acil hastaneye gidin. Gitmiyorum, gitmiyorum işte, diye ayaklandı sinirden. Odanın içinde dört döndü. Gitmiyorum, öleceğim işte burada öleceğim.UFONUN önünde ısınınca da… “Isınmıyorum işte, ısınmayacağım bir daha. Aha al, kırıyorum onu da.” diye ortalığı inlettikten sonra gerçekten ufoyu aldı, kaldırıp dış kapıdan dışarı fırlattı. Okudukça sinirleniyordu. Hazine haritası sandığı kâğıt, bir günün içinde sinirlerini yerinden oynatmaya yetmişti. Üstelik çoğu yazdığı da vücudunda olan şeylerdi. Elinde iyice buruşturdu kâğıdı. Hatta yırtmaya yeltendi ama o an aklına bir şey geldi. Kâğıdı bir güzel düzeltti, cam bir şişenin içine yerleştirdi. Kuruluğa gitti, bir kazma kaptı, çıktı.
Ülema’nın oğlu Hasan, evinin yanındaki bahçesinin toprağını gevşetirken kazmasına bir şey takıldığını fark etti. Biraz zorlayınca toprağın üstüne bir şişe yuvarlanıverdi. Baktı ki şişenin içinde buruşuk eskice bir kâğıt. Tabii ki bir hazine haritası olduğunu düşledi. Hemen şişeyi kaptı. Sağa sola bakındı. Anası az ileride bahçenin taşını topluyordu. Koynuna attı şişeyi. Hemen geliyorum ana, diye koştu bahçeden eve. Kadın, başını bile kaldırmadı. Odasına koştu. Kalın perdeleri çekti. Heyecanla açtı şişenin kapağını. Parmağıyla kâğıdı almaya çalıştı. Beceremedi. Gitti anasının şişlerinden birini kaptı. Kâğıdı şişle şişenin ağzına kadar getirdi. Elleri titriyordu. Ya Rabbi, dedi. Demek duamı kabul ettin, çok şükür çok şükür. Şişeyi bir kenara fırlattı, kâğıdı açtı. Tuhaf tuhaf yazılar vardı. Gözüne ilk şu cümle çarptı: 2 saat sürüyor ısınma. Doğru vallahi, diye hak verdi kâğıda. Kansızlık varmış, ondan dediydi doktor. İki saatte ancak ısınıyorum ufonun önünde. Bir daha baktı kâğıda: UFONUN önünde 3’er kat battaniye. “Tövbee, nereden bildi bu? Geçen hasta olduğumda anam üç kat battaniye örttü üstüme, ufonun önüne oturttu da yine ısınmadımdı.” diye söylenirken gözü kâğıtta hazineye dair izler arıyordu. “Herhâlde şu rakamlar olacak.” diye düşündü. “Çözeceğiz, çözeceğiz.”
Çözemedi. Ne o gün ne on gün sonra. O da sinirden patladı kâğıt yüzünden. Yırtacaktı ki vazgeçti. Kâğıdı güzelce düzledi, şişenin içine yerleştirdi. Bir gün eline kazmayı ve şişeyi aldı. Evden çıktı.