“Diş ağrısı cehennem azabına eş.” dedi acildeki bir hasta. Sabaha kadar idare edecek keskin bir ağrı kesici yazdırmaya geldiğini söyledi. Belli ki hiç karın ağrısı çekmemişti. Kolundaki serum bitmiş, iğnenin çıkarılmasını bekliyordu. Emre dün aile hekimine gitmiş ama verdiği ishal kesici ve antibiyotik hiçbir işe yaramamıştı. Acildeki bir milyoncu gibi her hastanın derdine anlık çare bulmaya çalışan doktora teşekkür edip çıktı. Gece karın ağrısından uyuyamayınca sabah soluğu tekrar acilde aldı. E-nabızdan tahlil sonuçlarına baktı. CRP 134. Doktor bilgisayardan sonuçları inceledikten sonra “Prostattan şüpheleniyorum sen fakülteye bir git.” deyip bir de doktor ismi verdi. Prostatı duyar duymaz terledi Emre. Bu yaşta ne prostatı? Ama babasında ve amcasında da prostat vardı, amcası ilaç tedavisi görüyordu yıllardır, babası kemoterapi bile almıştı. Çalan telefonu sessize alıp yola düştü.
Sekreter kız umursamaz bir tavırla doktorun bu hafta için tüm randevularının dolu olduğunu söyledi. İsterse özel muayenehanesine gidebilirmiş, özel muayene ücreti de 5.000 lira imiş. Bu ülkede hasta olmak da zengin işi. Etrafındaki yorgun hastalara baktı. Biri yaklaşıp paran yoksa doçente görün, profesörden daha iyi bakıyor dedi. Hem de ne zaman gelse sıra bulunabiliyormuş. Şimdi çalışma saati olmadığı için yarın sabah 06.30 gibi gelip sıra alması gerekiyormuş. Yoksa biraz fazla beklermiş. “Ne kadar fazla?" diye sordu. 4 saat beklemişliğim var dedi hasta. Doktorun geleceği saat 10. E o zaman bir şey fark etmiyor, en iyisi uykusunu almaktı. Sanki beş gündür uyuyabiliyormuş gibi! Yaz günü olmasına rağmen üşümesi hiç geçmiyordu. Mahallenin delisi gibi giydiği iki kat hırkaya sarılıp yürüyebildiği kadar hızlı yürümeye başladı. Çıkış kapısına yaklaşınca tanımlayamadığı o ağrı tekrar başladı ve koştura koştura tuvalete gitti. İnşallah sıra yoktur diye dua ediyor, terleyerek üşüyor, titremekten dişleri birbirine çarpıyordu.
On beş dakikadır tuvaletteydi. Acelesi olduğuna aldırmadan alaturka tuvalet aramış, bulmuştu. Ara ara kapı tıklatılıyor, yorgun elleriyle içeriden kapı tıklatmasına aynı tonda cevap veriyordu. “Tuvalette konuşulmaz, şeytanlar cevap verir.” derdi annesi. Çocukluktan kalan bu alışkanlığına hep sadık kalmıştı. Zaten “Dolu!” diyecek kadar gücü de yoktu. Dizleri ağrıyor ama yerinden kalkamıyordu, ayakları da uyuşmaya başlamıştı. Alaturka tuvalet aradığına pişmandı. Demek ki gerçekten hasta insanlar şımarıklıktan değil, ihtiyaçtan klozet kullanıyordu.
Ellerini yıkayıp çıkacakken durdu, bir süre kendini dinledi, tekrar tuvalet ihtiyacı olursa buna arabada yakalanmamalıydı. Eve gidebileceğine emin olduktan sonra hiç gücü kalmamış olmasına rağmen hızlı adımlarla arabaya gitti. Siyah rengi tozdan griye dönmüş, gri koltukları yer yer lekeli, tavanı sigara dumanından kahverengileşmiş yirmi yıllık arabasına bindi. Araba gaz alması gerektiğini söyledi. Ama o benzine kıyıp benzinliğe girmedi. Bir sigara yaktı, iki nefes çektikten sonra karın ağrısı başlayacağını hissedip attı. Otopark ücretini ödeyip içinden küfrederek kampüsten çıktı. Hasta olmanın da zengin işi olduğunu bir kez daha içinden tekrarlayıp kırmızı ışıklara yakalanırsa diye korkusundan dörtlü flaşörleri açıp hızla sürdü arabasını.
Eve geldiğinde annesi ile eşini oturur buldu. Tuvalete koşup tedbiren birkaç dakika bekledi. Odaya girene kadar eşi kanepeye battaniyesini sermiş, sıcak su torbasını da battaniyenin altına yerleştirmişti. Annesi bir avuç leblebi ve bir bardak siyah kola ile geldi. “A oğlum, hiç mi ishal olmadın da ben sana bunları vermedim. Ye şunları bak nasıl kesiyor ishali.” dedi. Kaç gündür kaç avuç leblebi yediğini yine de iyileşemediğini anlatmaya üşenip annesinin emrini yerine getirdi. Bol bol su içmeliydi ama ne yese ne içse soluğu tuvalette alıyordu. Sanki yemek borusu, midesi, bağırsakları alınmış yerine boru bağlanmıştı da yediği içtiği bu borudan geçip gidiyordu. Birkaç tur daha tuvalete gidip geldikten sonra annesi küçük bir kâse içinde Türk kahvesi ve limon macunuyla başına dikildi. “Şundan iki lokma al bak, bir şeyin kalmaz.” dedi. Hiç itiraz etmeden ama canı sıkılarak ve yüzü buruş buruş olarak annesinin elleriyle ağzına götürdüğü kaşıktakileri de yuttu. Boğazındaki acılığı temizlemek için öksürdü. Öksürdükçe göğsündeki ağrı da büyüyordu. Annesi onu acılı gözlerle izliyordu. Bu işi Fatma çözer diye evden çıkıp çok geçmeden Fatma teyzeyle girdi içeri. Fatma teyze sanki elini Fatıma Anamızdan almıştı. Ne pişirse bereketlenir, kime dokunsa iyileştirirdi. Ettehiyyatü okuyarak pişirirdi her şeyi. “Sofradan kimse aç kalkmaz bunu okursan.” derdi. Dağdan taştan topladığı otu çöpü birbirine katar kaynatır, şifa niyetine günde üç bardak içirirdi hastalarına. İçmeden önce üç kulhü bir elham okumayan ve şifaya inanmayan iyileşemezdi. Sadık hastaları suyu bile üç kulhü bir elham duasını okumadan, kıbleye dönüp diz çökmeden, şifa niyetine diye niyet almadan içmezlerdi. Minicik boyu yüzünden “Minik Ebe” diye nam salmıştı. Çevre şehirlerden bile çocuğu olmayanlar, kanser olanlar, doktor sevmeyenlerle dolar taşardı evi. Ebe lafı oradan geliyordu. Yıllarca tedavi görüp de çocuk sahibi olamayan kaç kişi önce Allah’ın izni sonra Fatma teyzenin suları ile anne baba olmuşlardı. Bazıları bayramlarda el öpmeye bile gelirlerdi bu çocukları yanlarına alıp. Boğazı şişenin boğazını, göbeği düşenin göbeğini kaldırır, ağrısı olana şişe vurur, nazara gelene kurşun dökerdi. Evde kalan kızları sirkeyle yıkar, evlenemeyen oğlanları okuyup üfleyip bu kızları öve öve aklına girip yollardı. Bir kendi kızına çare olamamıştı evlenmek konusunda. Allah’ın izni çıkmadı zaar diye teselli ederdi kendini. Evlenmek için okunmaya gelen oğlanların analarına hizmet ettirmezdi kızını. Onlara layık görmezdi demek ki.
Minik Ebe içeri girer girmez yerinden yekinip kalktı Emre. Saygılı bir şekilde ayaklarını topladı battaniyenin altında. Sapsarı yüzü, uykusuzluktan kızarmış gözleriyle ona döndü. Dudakları mırıl mırıl yaklaştı kadın Emre’ye. Buruşuk ellerini battaniyenin altından karnına götürüp ovmaya başladı. "Bismillahi uhruc ve billahi uhruc ve lillahi uhruc ve tallahi uhruc ve billahillezi uhruc…” Çocukluğundan biliyordu bu duayı ama annesi duanın Arapçasını bilmediğinden “Ukruç, ukruç, çık git, çık git.” diye tekerlemeye çevirmiş; hastalık diye içine giren cinleri, perileri ve bilmediği tüm belayı böylece kovduğuna inanmıştı. Bu Emre’ye hem nostaljik, hem komik hem de çok samimi gelmişti. Çocukluğuna dönmek ona karın ağrısından başka bir şey düşündürdüğü için huzurla gözlerini yumup Minik Ebe’yi dinlemeye koyuldu. “…Ve Hatemün nebiyyin Muhammedür Resulullah hürmeti için uhruc. Ve bihürmeti arşil azim uhruc. Felekin hasenattin felekin hasenat. Şerberaşiyyen. Şerberaşiyyen. Şerberaşiyyen…” Çok küçükken ateşler içinde yandığı bir gün yine Fatıma Anamızın eli niyetine diye elini Emre’nin başına koyup bu duanın okunduğunu hatırladı Emre. Nasıl da bir saat içinde topunu alıp koşa koşa sokağa çıkmış, attığı top Minik Ebe’nin camını kırmıştı. Az önce ona şifa veren el şimdi kulağından tutmuş, bunun için mi iyileştin eşşeğin sıpası diye bir güzel dövmüştü Emre’yi. Gülümsedi Emre. O gülümseyince annesinin gözleri doldu. Minnetle dua mırıldanmakta olan canı ciğeri komşusuna baktı. “Bi hürmeti hazihi Allahümme 6666 ayati Kur’an hürmeti için uhruc. Yel isen, karayel isen, bevasir isen uhruc. Muhammed Mustafa sallahüaleyhivesellim perilerinden isen uhruc. Süleyman peygamber perilerinden isen uhruc. Kaf Dağı ardındaki perilerden isen ve pınar başında ve ayağında ve ağaçlar dibinde ve sular kenarında olanlardan isen uhruc. Narla karışıp gelenlerden isen uhruc. Yarım baş ağrısından isen uhruc. Göz, bel ve her ne ağrıyla girdinse uhruc. Yetmiş iki halkın inlemesi seni tutsun eğer koyup gitmezsen uhruc. Eğer koyup gitmezsen karayel seni kapsın uhruc. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil Aliyyil A’zim. Ya Allah, Ya Allah, Ya Allah. Bismillahi ve billahi ve tallahi ve minellah. Lütfen lütfen lütfen.” Az önce uhruca korku salan beddua eden sesin şimdi lütfen diye yalvarması Emre’yi tekrar güldürdü. Ama saygıdan bunu sessizce ve hatta gizlice yaptı. Minik Ebe elini battaniyenin altından çıkardı. Emre’nin yüzünü elleriyle sıvazladı. Üç Kulhü bir Elham okuyup yüzüne minik minik tükürdü. Türükürler gözüne kaçmasın diye gözlerini kapattı Emre. Sonra oturur vaziyette ellerini göğe açtı. Şifa niyetine deyip, yanına bırakılan bulanık renkli, kekremsi ot çayını üç yudumda içti.
Karısı bir bardak vişne suyu getirdi Emre’ye verdi. Gözüyle de Minik Ebe’ye ikram etmesini işaret etti. Bunu yapmazsa Allah korusun Emre’den çıkan hastalık ona musallat olur, ağırlık çökerdi kadıncağıza. Emre denileni yaptı. Sonra karısına dönüp yoğurt çorbası yapmasını istedi. Bu onun iyileştiğinin işaretiydi. Beş gündür ilk defa bir şeyler yemek istiyordu. Minik Ebe’nin şifalı eli, üç doktorun, kaç şişe serumun, torba torba ilacın yapamadığını yapmıştı. İyileşip dinlenmiş olarak uykuya dalmak üzereyken tekrarladı Emre “Ukruç, ukruç, çık git, çık git…”