Yalnızlık Sgk Kapsamına Girmiyor

Hasan Hüseyin Tekin

Bölüm 1: Müfettişin Son Denetimi

Ercan Bey, 68 yaşında, yeni emekli olmuş bir müfettişti. Kırk yıl boyunca devletin tozlu koridorlarında, kurumları denetleyerek geçirmişti hayatını. Her evrakta bir yanlış, her dosyada bir eksik bulurdu. Kaleminin ucu keskin, gözleri kartal gibiydi. “Pimpirik Ercan” derlerdi ona, ama o, iş arkadaşlarının taktığı lakabını hiç sevmezdi. Bu titizlik, evde de peşini bırakmamıştı., Karısı Yaren, 27 yaşında evlendikleri o güzelim kadın, onun hayatının tek kusursuz parçasıydı. Yaren’in ela gözleri, gülüşü,sarı saçları, kahvaltı masasında çay bardağını tutuşu... Ercan Bey, her birini zihninde bir denetim raporu gibi saklardı. Ama Yaren, onun takıntılı düzenine dayanamıyordu. Her kaşığın aynı hizada olması, her perdenin milimetrik açılması, her konuşmanın bir rapor gibi kaydedilmesi... “Ercan, ben senin defterinde bir madde değilim!” diye bağırmıştı bir akşam, gözleri dolu dolu. O gece, bavulunu toplayıp gitmişti. Ercan Bey, Yaren’in gidişini bir hata olarak kaydetmedi; çünkü o sırada mutfak masasındaki bardakların simetrik durup durmadığını kontrol ediyordu. Ama Yaren gittiğinde, kalbi bir denetim raporu gibi eksik kalmıştı.

Yalova’ya, memleketine döneli iki ay olmuştu. Denizin sakinliği, martıların ciyaklaması ve kahvehanelerin bitmeyen okey taşlarının sesi... Burası, Ercan Bey’in gençliğinde bıraktığı memleket değildi sanki. Şehir, sanki onun gibi emekli olmuş, bir kenara bırakılmıştı. Evinde, her sabah 07:15’te kalkıyor, kahvesini aynı mavi fincanda içiyor, gömleğini milimetrik bir düzgünlükle ütülüyordu. Ama yapacak başka ne vardı ki? Denetleyecek kurum kalmamıştı. İşte bu yüzden, Ercan Bey kendini Yalova Devlet Hastanesi’ne atmıştı.

Hastane, onun yeni denetim alanıydı. İlk ziyaretinde, dahiliye polikliniğinde Dr. Mert’le tanıştı. Genç, sakallı, biraz da dağınık bir doktordu Mert. Ercan Bey, doktorun masasındaki kalemlerin düzensizliğine takılmış, içinden “Bu adam nasıl doktor olmuş?” diye geçirmişti. Şikayetleri basitti: içten üşüme, 5-6 günlük ishal, bir de nedensiz bir yorgunluk. Dr. Mert, “Muhtemelen yaştan dolayı bağışıklık zayıf, yine de mide koruyucu, antibiyotik ve ishal kesici yazacağım,” demişti. Ercan Bey, bu cümleyi küçük, siyah kaplı defterine yazdı. Yıllarca denetim raporları için kullandığı bu defter, artık doktorların “açıklarını” not etmek için vardı. “Dahiliye, Dr. Mert, 14:30, ‘muhtemelen yaşa bağlı’,” yazdı. Sonra, gözlerini kısarak, “Peki, doktor bey, bu ilaçların yan etkileri neler? Net bilgi lütfen.” Dr. Mert, hafif şaşkın, “E, yan etkiler genelde hafif, mide bulantısı olabilir,” dedi. Ercan Bey, bunu da not etti: “Yan etkiler, ‘genelde hafif’, belirsiz.”

Eve döndüğünde, notlarını masaya yayıp inceledi. Dr. Mert’in ses tonunda bir gevşeklik, masasında bir karmaşa vardı. “Bu adamın diplomasını denetlemek lazım,” diye mırıldandı. Yalnızlık, Ercan Bey’in evinde bir gölge gibi dolaşıyordu. Tek tabak, tek bardak, tek havlu... Her şey, Yaren’in gidişini hatırlatıyordu. Ama Ercan Bey, yalnızlığını kabul etmiyordu. “SGK, yalnızlığı kapsamıyor,” dedi bir akşam, televizyonun sesi kısıkken, kendi kendine. Hastaneye her gidişinde, bir şikayet uyduruyor, doktorları denetliyor, kendini hâlâ bir işe yarar hissetmeye çalışıyordu. Trajik olan, bu denetimlerin ona ne kadar iyi geldiğini fark etmemesiydi.

Bir sabah, yine hastaneye gitmeye karar verdi. Bu kez kardiyolojiye randevu aldı. Şikayeti: “Göğsümde bir baskı.” Aslında baskı, göğsünde değil, hayatındaydı. Ama bunu bir doktora nasıl anlatırsın? Kardiyolog Dr. Ayşe, sakin ve düzenli bir kadındı. Ercan Bey, odasına girer girmez masayı süzdü. Kalemler sıralı, dosyalar düzgündü. “İyi başlangıç,” diye düşündü. Dr. Ayşe, “EKG’niz normal, ama bir stres testi yapalım,” dedi. Ercan Bey, defterine yazdı: “Stres testi, Dr. Ayşe, 10:20.” Sonra sordu: “Bu testin sonuçları ne zaman çıkar? Net tarih, lütfen.” Dr. Ayşe, gülümseyerek, “Cuma günü, öğleden sonra,” dedi. Ercan Bey, not aldı: “Cuma, öğleden sonra, kesin.” Dr. Ayşe’nin netliği hoşuna gitmişti. Ama bir sonraki ziyarette, bu “kesin” sözünü test edecekti.

Ercan Bey’in hayatı, bu denetimlerle dönüyordu artık. Her doktor ziyareti, bir kurum denetimi gibiydi. Doktorların sözlerini, tavırlarını, hatta reçetelerdeki yazı karakterini bile inceliyordu. Bir keresinde, bir doktorun reçetesinde “günde 2 kez” yazarken “2”yi karalamış olduğunu fark etti. “Bu ne ciddiyetsizlik!” diye söylendi. O akşam, evde, reçeteyi inceleyip karalamanın sebebini anlamaya çalıştı. Belki doktor yanlış yazmıştı, belki de emin değildi. “Böyle doktorluk mu olur?” dedi, kendi kendine. Ama asıl mesele, Ercan Bey’in neden bu kadar takıntılı olduğuydu. Çünkü denetlemek, onun kimliğiydi. Emeklilik, onu bir kenara bırakmıştı. Ama o, hâlâ bir müfettişti. En azından kendi dünyasında.

Bölüm 2: Acilin Telaşı

Ercan Bey, Yalova’nın gri sabahlarından birinde, yine hastanenin yolunu tuttu. Bu kez şikayeti daha ciddiydi, en azından ona öyle geliyordu: “Sağ tarafımda bir ağrı, sanki safra kesemde bir şeyler dönüyor.” İnternetten okumuştu; safra kesesi ağrısı, ciddi bir mesele olabilirdi. Google’a “sağra kesesi belirtileri” yazıp yanlışlıkla “sağra” yazdığını fark ettiğinde, kendi kendine kızmıştı. “Bu ne dikkatsizlik!” dedi, sanki bir memurun yazım hatasını yakalamış gibi. Hemen siyah defterine not aldı: “Safra kesesi, ağrı, sağ taraf, 07:45, kendi teşhisim.” Ercan Bey, teşhis koymayı doktorlara bırakmazdı; onlar sadece onun hipotezini doğrulardı. Ya da yanlışlardı, ki bu durumda açığını bulurdu.

Yalova Devlet Hastanesi’nin acil servisi, Ercan Bey’in yeni savaş alanıydı. Acil, kaosun merkeziydi: ağlayan çocuklar, sabırsız hasta yakınları, koşuşturan hemşireler... Ercan Bey, bu düzensizliği görünce kaşlarını çattı. “Burası nasıl acil servis? Dosyalar bile sıralı değil!” diye düşündü. Sıra numarası aldı, 47. numaraydı. Yanındaki koltukta oturan yaşlı bir teyze, “Gençler hep telefonda, doktorlar da öyle,” diye söyleniyordu. Ercan Bey, bunu da not etti: “Acil servis, hasta yakını şikayeti, doktorlar telefonda, 09:12.” Teyzenin sözleri, onun denetim raporuna bir delil gibiydi.

Nihayet sıra geldi. Dr. Selma, acilin yorgun ama kararlı doktoruydu. Ercan Bey, odasına girer girmez masayı süzdü. Bir kalem yerdeydi, bir dosya açık unutulmuştu. “Tsk tsk,” diye içinden geçirdi. Şikayetini anlattı: “Sağ tarafımda ağrı, safra kesesi olabilir. Ayrıca kan değerlerimle ilgili bir kontrol istiyorum. İdrar tahlili de gerekli, bence.” Dr. Selma, kaşlarını kaldırıp, “Safra kesesi için ultrason, kan ve idrar tahlili isteyelim. Ama önce muayene edelim,” dedi. Ercan Bey, defterine yazdı: “Dr. Selma, acil, 09:35, ultrason, kan, idrar, ‘önce muayene’.” O “önce muayene” lafı, Ercan Bey’in kulağına bir savsaklama gibi gelmişti. “Niye önce muayene? Direkt tahlil neden olmuyor?” diye sordu, sesinde bir müfettiş ciddiyetiyle. Dr. Selma, hafif bir iç çekişle, “Prosedür bu, Ercan Bey,” dedi. Ercan Bey, bunu da not etti: “Prosedür, belirsiz, 09:37.”

Ultrason odasına giderken, koridorda bir hemşirenin aceleyle geçip bir dosyayı düşürdüğünü gördü. Hemen eğilip aldı, hemşireye uzattı ama içinden söylendi: “Böyle mi işletilir acil servis?” Ultrason teknisyeni, genç bir çocuktu, kulaklığında müzik çalıyordu. Ercan Bey, bunu da not etti: “Ultrason, teknisyen, kulaklık, 10:05.” Ultrason sonucu temizdi, safra kesesinde bir sorun yoktu. Ama Ercan Bey, teknisyenin “Temiz” demesinden tatmin olmadı. “Temiz ne demek? Net bir rapor nerede?” diye sordu. Çocuk, şaşkın, “Rapor öğleden sonra çıkar,” dedi. Ercan Bey, defterine yazdı: “Rapor, öğleden sonra, belirsiz.”

Kan ve idrar tahlilleri için numune verdiğinde, laboratuvarın steril ortamına hayran kaldı. “Burası düzenli,” diye düşündü, ama tahlil tüplerinin üzerindeki etiketlerin yamuk yapıştırıldığını fark etti. “Bu nasıl bir ciddiyetsizlik!” diye söylendi. Eve döndüğünde, notlarını masaya yayıp inceledi. Dr. Selma’nın “prosedür” lafı, teknisyenin kulaklığı, yamuk etiketler... Hepsi, sağlık sisteminin açıklarıydı. “Bunları bir rapora dökmeli,” dedi kendi kendine, ama sonra durdu. Kime verecekti bu raporu? Emekliydi artık. Yine de, yazmaya devam etti. Çünkü yazmazsa, Ercan Bey olmaktan çıkardı.

O akşam, evde, yalnızlık yine kapıyı çaldı. Televizyon açıktı, ama sesi kısıktı. Ercan Bey, koltuğunda oturmuş, defterine bakıyordu. “Safra kesesi, temiz, ama emin mi?” diye mırıldandı. Yaren olsaydı, belki ona anlatırdı. Ama Yaren yoktu. Telefonu eline aldı, rehberde Yaren’in numarasını gördü. Aramak istedi, ama vazgeçti. “Zaten anlamaz,” dedi. Anlamasını istediği şey, yalnızlığın bir kan tahliliyle ölçülemeyeceğiydi. SGK, yalnızlığı kapsamıyordu.

Ertesi gün, tahlil sonuçlarını almak için hastaneye döndü. Dr. Selma, “Kan değerleriniz normal, idrar tahlilinde de sorun yok,” dedi. Ercan Bey, “Peki, bu ağrı ne?” diye sordu. Dr. Selma, sabırla, “Bazen stres, bazen de yaşla ilgili şeyler ağrı gibi hissedilir,” dedi. Ercan Bey, defterine yazdı: “Dr. Selma, stres, yaş, belirsiz, 11:20.” O “belirsiz” kelimesi, onun zaferiydi. Doktorun açığını yakalamıştı. Ama eve dönerken, içindeki boşluk büyüdü. Ağrı hâlâ oradaydı, safra kesesinde değil, kalbinde. Ve bu, hiçbir ultrasonun göremeyeceği bir şeydi.

Bölüm 3: Defterin Ağırlığı

Ercan Bey, Yalova’nın kasvetli sonbahar sabahlarından birinde, yine hastanenin kapısındaydı. Bu kez şikayeti belirsizdi: “Sanki içimde bir şey eksik.” Bunu doktora nasıl anlatacağını bilemiyordu, ama siyah defteri elindeydi, her zamanki gibi. Defter, artık onun en sadık dostuydu; Yaren’den daha sadık, kahvehanelerdeki okey taşlarından daha güvenilir. İçine her şeyi yazıyordu: doktorların lafları, randevu saatleri, hastanenin koridorlarındaki çatlaklar... “İnsanın içi eksikse, bunu tahlille bulurlar herhalde,” diye düşündü, ama SGK’nın bu tür eksiklikleri kapsamadığını biliyordu.

Bu kez nöroloji polikliniğine randevu almıştı. Şikayeti: “Başımda bir ağırlık, bazen de unutkanlık.” Aslında unutkanlık değildi; Yaren’in yüzünü hatırlamakta zorlanıyordu. O güzelim gözler, sanki flu bir fotoğrafta kayboluyordu. Nörolog Dr. Hakan, orta yaşlı, gözlüklü, ciddi bir adamdı. Ercan Bey, odasına girer girmez masayı süzdü. Kalemler düzenli, ama bir su bardağı masanın kenarında tehlikeli bir şekilde duruyordu. “Bu düşer,” diye düşündü, ama söylemedi. Şikayetlerini anlattı: “Baş ağrısı, unutkanlık, bir de... sanki beynim yavaşladı.” Dr. Hakan, “Yaşla ilgili olabilir, ama bir MR çekelim, kan tahlillerine de bakarız,” dedi. Ercan Bey, defterine yazdı: “Nöroloji, Dr. Hakan, 10:45, MR, kan tahlili, ‘yaşla ilgili’.” O “yaşla ilgili” lafı, Ercan Bey’in kulağına bir hakaret gibi geldi. “Yaş mı? Ben hâlâ denetlerim!” diye içinden geçirdi.

MR odasına giderken, koridorda bir hemşirenin yanlış hastaya dosya uzattığını gördü. Hemen müdahale etti: “Hanımefendi, o dosya 23 numaralı hasta için, bu 24 numara!” Hemşire, şaşkın, “A, teşekkürler,” dedi. Ercan Bey, bunu da not etti: “Koridor, hemşire hatası, 11:10.” MR cihazının gürültüsü, onun denetim radarını bozuyordu. Teknisyen, “Hareket etmeyin,” dediğinde, Ercan Bey, teknisyenin kulaklığındaki kablonun düzgün sarılmadığını fark etti. “Böyle mi çalışılır?” diye söylendi, ama sesi MR’ın uğultusunda kayboldu. Sonuçlar için “İki gün sonra gelin,” dediler. Ercan Bey, defterine yazdı: “MR sonucu, iki gün, belirsiz.”

Eve döndüğünde, defteri masaya açtı. Sayfalar doluydu: Dr. Mert’in “herhalde”si, Dr. Selma’nın “prosedür”ü, Dr. Ayşe’nin “kesin”i... Şimdi de Dr. Hakan’ın “yaşla ilgili”si. Her biri, Ercan Bey’in gözünde birer suç deliliydi. “Bu hastane, denetlenmezse batar,” diye mırıldandı. Ama sonra durdu. Kime anlatacaktı bunu? Emekliydi. Rapor yazsa, kim okuyacaktı? Defterin ağırlığı, sadece kağıttan değildi. Yaren’in gidişi, Yalova’nın sakinliği, hastanenin kaosu... Hepsi, o defterde birikiyordu.

O akşam, kahvehaneye gitti. Belki bir iki laf eder, yalnızlık dağılırdı. Ama masalarda oturan adamlar, okey taşlarına gömülmüştü. Ercan Bey, bir çay söyledi, köşede oturdu. Yan masada biri, “Bu hastane zaten baştan aşağı rezalet,” dedi. Ercan Bey, kulak kabarttı. “Haklısınız,” dedi, “geçen gün bir hemşire yanlış dosya verdi.” Adam, “E, sen de mi hastasın?” diye sordu. Ercan Bey, duraksadı. “Yok, sadece... kontrol,” dedi. Ama içinden, “Hasta mıyım sahiden?” diye geçti. Defterine yazmadı bunu. Bazı şeyler, kağıda sığmazdı.

Ertesi gün, MR sonuçlarını almak için hastaneye döndü. Dr. Hakan, “Beyninizde bir sorun yok, ama stresli gibisiniz,” dedi. Ercan Bey, defterine yazdı: “Dr. Hakan, stres, 13:20, belirsiz.” Sonra sordu: “Peki, bu baş ağrısı ne? Net bir teşhis yok mu?” Dr. Hakan, sabırla, “Bazen zihin, bedeni yanıltır. Biraz dinlenin, yürüyüş yapın,” dedi. Ercan Bey, bunu da not etti: “Dinlen, yürüyüş, 13:22, saçmalık.” Doktorun “zihin” lafı, ona Yaren’i hatırlattı. Yaren, bir keresinde, “Ercan, senin aklın hep bir şeyleri denetlemekte,” demişti. Şimdi, o akıl, kendi içini denetleyemiyordu.

Eve dönerken, Yalova sahilinde yürüdü. Martılar, denizin üstünde süzülüyordu. Ercan Bey, defterini cebinden çıkardı, ama yazmadı. İlk kez, yazacak bir şey bulamadı. Yalnızlık, bir baş ağrısı gibi zonkluyordu. “SGK, bunu da kapsamıyor,” diye mırıldandı. O akşam, telefonunu eline aldı. Yaren’in numarası hâlâ ordaydı. Parmakları tuşlara gitti, ama basmadı. Çünkü biliyordu: Yaren, onun defterine yazılacak bir hata değildi. Ama Ercan Bey, hâlâ bir müfettişti. Ve müfettişler, hataları affetmezdi. Ne başkalarının, ne de kendi hatalarını.

Bölüm 4: Son Rapor

Ercan Bey, yine bir gün, elinde siyah defteriyle hastanenin yolunu tuttu. Bu kez şikayeti neydi, kendisi bile tam bilmiyordu. “Sanki her şey yanlış,” demişti aynaya bakarken. Kalbi mi hızlı atıyordu, midesi mi bulanıyordu, yoksa sadece canı mı sıkılıyordu? Defterine yazdı: “Belirsiz şikayet, 06:50, kendi gözlemim.” Yıllarca kurumları denetlerken bulduğu hatalar, şimdi kendi içinde birikiyordu. Ama bir müfettiş, hatayı bulmadan duramazdı. Hastane, onun son kalesiydi.

Bu kez, psikiyatri polikliniğine randevu almıştı. “Belki aklımı denetlerler,” diye düşünmüştü, ama bunu yüksek sesle söylemeye cesaret edememişti. Psikiyatrist Dr. Nilüfer, sakin bir ses tonu ve yumuşak bir gülümsemeyle karşıladı onu. Ercan Bey, odanın düzenine hayran kaldı: kalemler sıralı, masa temiz, hatta sandalye bile milimetrik hizalıydı. “İşte bu,” diye düşündü, “bir doktor böyle olmalı.” Şikayetlerini anlatmaya başladı: “Uykusuzluk, huzursuzluk, bir de... sanki her şey eksik.” Dr. Nilüfer, not alırken, “Ercan Bey, yalnız mısınız?” diye sordu. Soru, Ercan Bey’in radarına takıldı. “Yalnızlık mı? Bunun konumuzla ne alakası var?” dedi, sesinde bir müfettiş otoritesiyle. Dr. Nilüfer, gülümseyerek, “Bazen zihin, yalnızlığı bir hastalık gibi hisseder,” dedi. Ercan Bey, defterine yazdı: “Psikiyatri, Dr. Nilüfer, 09:15, yalnızlık, saçma teşhis.”

Dr. Nilüfer, bir an durup, “Bu defter ne için?” diye sordu. Ercan Bey, şaşırdı. İlk kez biri defterini sorgulamıştı. “Denetim,” dedi, “doktorların hatalarını not ediyorum.” Dr. Nilüfer, kaşlarını kaldırıp, “Peki, bu hatalar ne işe yarıyor?” dedi. Ercan Bey, duraksadı. Cevap yoktu. Defter, yıllarca onun kalkanıydı; ama şimdi, o kalkan bir yük gibiydi. “Sistem düzelsin diye,” diye mırıldandı, ama sesi kendi kulağına bile inandırıcı gelmedi. Dr. Nilüfer, “Belki de artık sistemi değil, kendinizi denetlemenin vakti gelmiştir,” dedi. Ercan Bey, bunu da not etti: “Dr. Nilüfer, kendini denetleme, 09:20, anlamsız.”

Eve dönerken, Yalova’nın sahilinde yürüdü. Martılar, her zamanki gibi ciyaklıyordu, ama Ercan Bey onları duymuyordu. Cebindeki defter, sanki bir ton çekiyordu. Dr. Nilüfer’in sözleri, zihninde dönüp duruyordu: “Kendinizi denetlemenin vakti.” Ne demekti bu? Bir müfettiş, kendini nasıl denetlerdi? Eve vardığında, defteri masaya koydu ve sayfalarını karıştırdı. Yüzlerce not: “Dr. Mert, belirsiz,” “Dr. Selma, prosedür,” “Dr. Hakan, stres”... Ama hiçbirinde, “Ercan Bey, yalnız” yazmıyordu. Oysa asıl hata buydu. Yaren’in gidişi, bir hata değildi; Ercan Bey’in hatasıydı. Defterine yazmadı bunu. Bazı hatalar, kağıda sığmazdı.

O akşam, kahvehaneye gitti. Her zamanki köşesine oturdu, ama çay söylemedi. Yan masada, aynı adamlar aynı okey taşlarını karıştırıyordu. Ercan Bey, birden ayağa kalktı ve “Bu hastane baştan aşağı rezalet!” diye bağırdı. Herkes dönüp baktı. “Hatalar, prosedürler, belirsizlikler... Hepsi yanlış!” Adamlar, şaşkın, “E, Ercan Abi, sakin ol,” dediler. Ama Ercan Bey sakin olamazdı. Çünkü fark etmişti: Asıl yanlış, hastane değildi. Asıl yanlış, onun defteriydi. Yıllarca hataları ararken, kendi hayatını unutmuştu.

Gece, evde, telefonunu eline aldı. Yaren’in numarası hâlâ ordaydı. Bu kez, tereddüt etmeden tuşlara bastı. Telefon çaldı, ama açan olmadı. Ercan Bey, bir mesaj yazdı: “Yaren, ben hata yaptım.” Gönderdi, ama cevap gelmedi. Defteri aldı, son sayfayı açtı ve yazdı: “Ercan Bey, yalnızlık, 23:45, teşhis kesin.” Sonra defteri kapattı. İlk kez, bir raporu tamamlamış gibi hissetti.

Ertesi sabah, hastaneye gitmedi. Sahilde yürüdü, martılara baktı. Defteri yanına almamıştı. Yıllarca bir müfettiş olmuştu, ama artık sadece Ercan’dı. Emeklilik, onu bir kenara bırakmıştı; ama belki de, o kenardan çıkmanın vakti gelmişti. Yalnızlık, SGK kapsamına girmiyordu ve Ercan Bey, kendi raporunda bunu yazmıştı. Bu, onun son denetimiydi. Eve döndüğünde elinde ip ve tabure vardı. …