Doğma doğma daha vakit var doğma, diye bağırışlar duydum annemin karnındayken. Bağıran elbet annemdi. Kadın ne bilsin dikkafalının biriyim. Hastaneye zor yetiştirdiler. Doktorlar doğar doğmaz beni direkt kuvöze aldılar. Erkenci olduğumdan. Bayılıyorum böyle maceralara. Tabii bu kararı Allah aldı ama onun kararının başrolü olarak erkenden doğduğuma son derece memnunum. Her haltı biliyorum. Yaptığım her halt doğru. Erken doğmak, bunların ilkiydi.
İki ay kuvözde kaldım. Bakım iyiydi. Nasıl diyorlar ona? Keyfim gıcırdı yani. Annemle babamı camın arkasından bana bakarlarken görüyordum. Ayırt edebiliyordum onları diğerlerinden. Annem iri gözleriyle beni iyice inceliyordu. Sütünün tadını beğendiğim kadının yüzü de güzelmiş, diye düşündüm bir gün. Babamsa anneme göre çirkin gelmişti biraz. Yine de sevimliydi kerata. Aman elleri ayakları düzgün olsun da.
Hastane, bu dünyada insana önem katan bir yer olabiliyor. Ben de iki ay kalınca zaten ihtimamlı olması gereken annemle babam ihtimamı abarttılar. Önemim beş kat, yok bir milyon trilyon kat artmıştı, hissediyordum. Mamalar, bezin en âlâları….Beşiğim desen şarkın değme hükümdarlarının yatağı bile bu kadar rahat değildir. Allah beni bunlara emanet etmekle ne iyi etmiş kurban olduğum. Kararlarını sevdiğim Rabbim. Böyle böyle büyütüldüm. Gak desem yağ, guk desem bal eksik olmadı.
İlkokulda beni eve yakın bir okula yazdırmak istediler. Öncesinde turladık okulu. Baktım bahçesi küçük, kaydırağı kırık. Müdür de zaten suratsız duruyordu. Olmaz, dedim. Burayı sevmedim ben. Baksanıza çipçirkin. Babam ama oğlum, diyecek oldu nefesimi tuttum kıpkırmızı oldum da ancak vazgeçirebildim onu bu yanlış kararından. Eve biraz uzak ama eli yüzü düzgün bir özel okul buldurdum. Hah, dedim. Bak burası olur. Sahibiyle konuştular. Fiyatı duyunca babamın yüzü şekilden şekle girdi ama morarmadı. Annem de çocuk istiyor diye diretince kararıma saygı duydular. Okul maceram da böyle başladı.
Öğretmenler iyilerdi. İyilerdi iyi olmalarına ama çok ödev veriyorlardı. Vakit kaybı. Bunlar beni Aynşıtayn yapmazdı neticede. Söyledim bir keresinde sınıfın ortasında. Sıkıldım artık bunlardan, artık ödev mödev yapmıyorum, diye bağırdım. Arkadaşlarım da benden cesaret aldı, onlar da bağırmaya başladılar. Hemen o gün bizimkileri çağırdılar okula. Eve dönerken çıkardığım kaosun hesabını sordular. Daha da üstüme geleceklerdi ki nefesimi tuttum. O günden sonra da ödev yapmadım.
Lisede süper liseye gitmemi istediler. Olmaz, dedim. Kararı bana bırakın. Ticaret mesleğe yazıldım. Babam ortalamanı harcadın gibi şeyler dedi ama duymadım. Neticede ortalama benim ortalamamdı. Babama neydi? Gerçekten de müthiş bir okuldu. Dört sene boyunca o kadar rahat okudum ki öğretmenler bile bizden daha zor durumdaydı. Dünyaya bir daha gelirsem yine ticaret meslekte okumak isterim.
Elektrik bölümünü bitirince babam dedi ki üniversiteye git. Seni dershaneye yazdıralım. Kıyalım tonla paraya. Eşek gibi çalıştığımın hepsini gidip yatırayım bir dershaneye ha ne dersin? Annem de onayladı. “Ben de bin parçaya bölünerek çalıştım. Hem eve hem işe yetişeyim derken sağlığımdan da oldum. Olsun, sonuçta iyi para biriktirdim. Gidip yatırayım onu senin için dershaneye ha ne dersin?” diye ısrar etti. Yok, dedim. Kararım kesin. Yozgat’a gideceğim ben. Ata toprağıma. Büyükşehirde nefes alamıyorum. Gidip orada bir dükkân açacağım. Annem, “Oğlum, Yozgat’ta kimimiz kaldı da gidiyorsun? Senden başka ailede Yozgat sevdalısı yok. Görmedin etmedin. Ne ata toprağı? Deden bile özledin mi baba diye sorunca, ‘Neyini özleyeyim kızım, doyacak toprak mı kaldı görecek akraba mı kaldı?’ diyor. Olmaz, göndermem oralara bir başına.” diye diretince tabii ki nefesimi tutmadım ama karar benim kararım anne, dedim. Gideceğim.
Bir hafta sonra Yozgat yoluna düştük birlikte. Dededen kalma evi şöyle bir elden geçirdik. Üç beş eşya attık içine. Sonra meydandaki hamamın civarında küçük bir dükkân kiraladık. Tabelayı da astık mı tamam oldu: “ELEKTİRİKÇİ NAZIM USTA” Annemle babam bir hafta on gün kadar yanımda kaldıktan sonra döndüler evlerine.
Başlarda burnum sürtmedi değil. Ama karakterim icabı burnum yere düşse eğilip alacak biri olmadığımdan kimselere demedim. Sızlansam eh senin kararındı, diyeceklerdi. Attığım her adımımın arkasındaydım. Kişioğluna böylesi yaraşır. Beğenme bakalım kendi yaptığını. Nasıl da üşüşüyorlar başına. Ellerinde birer üvendire, nasıl da batırıyorlar etine etine. O yüzden gıkımı çıkarmadım. Annemle babam kıyamazlardı bana ama çevre öyle mi?
Bir seneye kalmadı işler rayına girdi. Merkezde herkes beni tanır oldu. Nazım Usta aşağı, Nazım Usta yukarı her elektrik işlerine beni çağırdı canım hemşehrilerim. Dedemi aradığımda, “Dede, senin torunun artık has Yozgatlı. Seni bile geçti buralarda.” dedim de: “Aman geçersen geç. Ne yapayım şu yaşta Yozgat’ı mozgatı.” diye tersleyiverdi beni. Bunlar insanda heves bırakmaz. Neyse, Yozgatlı beni bir bağrına bastı pir bastı. Kendilerine bekâr olmamı dert ettiler. Berber Rüstem abinin hanımı tam iki aday buldu bana. Terzi Bekir’in annesi ise kızını vermekte ısrarcıydı. Pideci Hilmi dayı, baldızını aklıma sokmaya çalışıyordu. Bu Nazım ne yapacaktı şimdi? Hepsiyle görüştüm mecbur. İkisinde aklım kaldı: Pideci Hilmi’nin baldızı ve Terzi Bekir’in kardeşi. Lise Caddesi’nde üç dört tur attım düşünürken. Çapanoğlu’nda ikindiyi kılıp ellerimi Cenab-ı Erhamürrahim’e açtım. Dua kıldım. Ya Rabbi, dedim. Şimdiye kadar ne ettimse pişman olmadım. Ama gelgelelim eğer bu işte hata edersem diğer hepsi sıfırlanır. Allah’ım dedim, bana bir işaret ver de bu sefer de isabetli karar vereyim. Yüzümü iyice sıvazladım dua sonrası. İyice sirayet etsin gözlerime beynime diye. Annemi aradım. Dedim böyle böyle. Hangisine tamam diyeyim bilemedim, dedim. Fotoğraflarını yolla bakalım, dedi. Yollamadım. Sen mi evleneceksin anne, diye çıkıştım. Dertleşmeye aradım seni, seç diye değil. Tak diye kapattı telefonu suratıma. Nasıl olsa akşama arardı.
Dükkâna dönerken baktım meydanda koku satan bir dayı. Kaça bunlar, nereden getirttin diye muhabbet ederken ederken samimiyeti kurduk. Ellerime baktı, yüzük yok. Bekârsın ha, dedi. Ben de anlattım böyleyken böyle diye. Güldü. Kokuların arasından bir koku seçti. Baktım üstünde “Kara Kedi” yazıyor. Açıp kokladım biraz. Öleceğim sandım. Bu ne dayı, dedim. Şu muhabbete şu yaraştı mı hiç? Dişsiz ağzını mağara gibi açarak gevrek gevrek güldü. “Bunu sür, tek tek görüş senin adaylarla,” dedi. “Hangisi dayanırsa, bir daha görüşmek isterse o senin hanımın olmaya layıktır.” Mantıklı gelmedi ama denemeye değerdi. İşe yaramazsa gelir sana sürerim ona göre, diye de şaka yollu takılıp ayrıldım. Dükkâna vardım.
Önce Pideci Hilmi’nin baldızıyla görüştüm. Kara kediyi sürüp gittim el mecbur. Bir muhallebiciye oturduk. Kız baktım, iğrenmiş gibi duruyor karşımda. “Ne kokuyor burası? Aynı lağım gibi.” deyiverdi. Ses etmedim. Şöyle böyle bir yarım saat oturduktan sonra müsaade istedi, kaçar gibi uzaklaştı. Anladım ki bu kız beni bir daha aramayacak.
Sonra Terzi Bekir’in kardeşi Nazan’la görüştüm. Tabii kara kediyi de süründüm. Kız, kuzu gibi oturuyordu karşımda. Sevimli sevimli gülüyordu. Hiç de rahatsız olmuş gibi durmuyordu. İşte, dedim. Benim hem dünyam hem ahiretim.
Evlendik Nazan’la. İsabetli kararlarımın şimdilik en sonuncusuyla. Bekârlık eşyalarımı elden çıkardım. Yeniden dayadık döşedik dede yadigârı evi. Bir akşam yemeğine de meydanda koku satan dayıyı çağırdık. Nazan’a anlatmadım tabii hikâyenin aslını. Nazan mutfağa çaylar için gidince eğildi kulağıma bizim dayı: “Eh gördün mü bak kara kedinin marifetini. Yuva yaptı yuva. Kara kedi değil kara aslan mübarek kara aslan.” diye bastı kahkahayı. Ben de peşinden. Nazan yanımıza geldiğinde durulmuştuk artık. Yatsı için birlikte dışarı çıktık.
Namazı kılınca o ayrıldı ama ben hemen ayrılmadım camiden. Oturdum bir süre. Etrafıma bakındım. Bir sürü insan girdi çıktı. Bir sürü kararlılık ya da kararsızlık. Pişmanlıklar ya da iyikiler. Kendimi düşündüm sonra. Elim cebime vardı. Kara kediyi açtım. Tam sürecektim ki Allah’ın evini böyle kokutmak olmaz diye durdurdum kendimi. Yanıma ihtiyarın teki geldi oturdu sonra. Hacdan geldim, dedi usulca. Uzat bakalım elini.