Terazinin Dili Kıpırdamadı

Emine Genç

Ali Efendi, bunaltıcı düşlerinden uyandığında sabahın ikisi bile olmamıştı. Uykusuzluktan çatlamış göz kapaklarını ovuşturdu, minderinden doğrulup dizlerinin üstüne geldi, az ötede duran deri çantasına uzandı. Çantasının olmazsa olmazları vardı. İçlerinden biri eksik olsa içi daralırdı: Yaldızlı kenarları yıpranmış Kütüb-i Sitte’den bir cilt, mühürlü bir şişede gül suyu, defterinin arasında sıkıştırılmış bir ceviz yaprağı, bir de kılıfı zedelenmiş eski bir mühr-i şerif.

Ali Efendi bir kadıydı. Fakat öyle böyle değil doğru karar vermekte adeta bağımlılık derecesinde mahir. Eskiden düşünür, tartar, terazi kurar, sonra hüküm verirdi. Şimdilerdeyse teraziye lüzum görmez; göz kararı yeter derdi. Doğruya göz alışmıştı artık. Her şeyin en doğrusunu şüphesiz o bilirdi. Oturdu mu minderine, ne nefs dayanırdı ne dava. Bahçedeki elma fidanına ne kadar su verileceğinden tut, Zeyd’in tereke borcuna kadar her mesele onun önünde çözülür, hatta çözülmeye mecbur kalırdı. Herkes onun fetvasına sığınır, o da sığınanları kendi doğrusuna çivilerdi. Evinde de farklı değildi. Hanımı çorba kaynatırken bilgiçliğini konuşturur “Yavaş yavaş kat” derdi, “yemeğin sırrı sabırdadır.” Sonra da “görüyor musun, ne güzel oldu; demek ki usulüne riayet etmek bereket getirir,” diyerek kendi doğru kararının ispatını yine kendinde bulurdu. Kadının sabrı deveye rahmet okutacak cinstendi. İçinden çektiği la ilahe illahlarla kendini sakinleştirir, bir gün de “Çok biliyorsan buyur yap.” demezdi. Kadın yanlış kararlar timsaliydi.

Sokak, gecenin artığı bir sessizlikle örtülmüştü. Kandillerin sönmüş fitilleri hâlâ kokuyordu; rüzgâr, mahalle aralarına sinmiş dumanı ince bir tül gibi sürüklüyordu. Ali Efendi kapısını temkinle çekti. Her zamanki gibi çıtırtı çıkmasın diye elini kapı pervazına koydu, sonra kilidin oturduğundan emin oluncaya dek iki kere bastırdı. Dualarını mırıldanarak yola koyuldu. Sokağın taşları serindi, taşlarda sabahın ilk soğukluğu. Cübbesinin eteklerini topladı, elindeki çantayı göğsüne bastırdı. Fetvahaneye doğru adımlarken, zihni çoktan çalışmaya başlamıştı. Henüz güneş doğmamıştı ama onun kalbinde karar terazisi çoktan kurulmuştu. Vereceği kararlarla göğsü, kabarmaya çoktan hazırlanmıştı. O gece kulağına bir dava gelmişti. Küçük bir meseleydi görünürde miras taksiminde bir ihtilaf ama Ali Efendi, bu tür küçük meselelerde bile büyük bir hikmet sezmekle övünürdü. “Zira” derdi, “şeytan büyük günahlarda değil, küçük yanlışlarda gizlenir.”

Fetvahane’ye vardığında minarelerden sabah ezanı yükseldi. Ses, gökyüzünü yararcasına ince bir çizgi hâlinde süzüldü. Ali Efendi, ezanla birlikte durdu; ellerini sakalında gezdirdi, başını eğdi. Lakin dua etmek içinden gelmedi. Dilini alışkanlıkla şekillendiren cümleler dönse de kalbinde yankı bulamadı. “Yorgunluk işte,” dedi, “fazla hüküm vermekten.” “Bismillahirrahmanirrahim” dedi, sağ ayağıyla içeri adım attı. Oda eski kâğıt kokuyordu. Raflarda bir ömürlük toz, tavanda asılı duman. Duvar dibindeki soba sönmüş, tenekesinde dünden kül kalmıştı. Cübbesini çıkardı, minderine oturdu. Çantasını açtı, gül suyundan bir damla alnına sürdü, “Temizlik, hükmün bereketidir. Keşke odacı da bunun farkına varabilse.” diye düşündü. Odacı görevine başlayalı takribi altı ay olacaktı fakat sabah namazı ile Fetvahane’de bulunması henüz vâki olmamıştı. Bu da yetmezmiş gibi sobanın küllerini, rahlenin tozunu da ihmal etmeye başlamış, Ali Efendi’nin sabrıyla oynamaya başlamıştı. Her sabah makamının içler acısı halini gören Kadı Efendi, odacıyı hizmetten azletmeyi düşünür ama kararın doğruluğundan emin olamadan odacının hoş iltifatlarıyla zihni bulanırdı. Koskoca Ali Osmaninin vazifelendirdiği Kadı Ali Efendi, en zor davaların kararını dahi çabucak verebilirken bir odacıyı kapı dışarı etmekte bu denli zorlanmayı kendine yakıştıramıyor, bu sebeple hatalarını görmezden gelmeye çalışıyordu.

Gün iyice aydınlanacak, horozların boğazı dinlenecek, bebeler analarını özleyecek, Kadı Efendi üşümekten bunalıp sobayı yakmaya yeltenecek ki odacı kapıdan içeri girecekti. Ama ne girmek. Ahşap kanatlar ağır ağır açılırken içerideki hava bile adeta diz çöküyordu. Odacı, elindeki paslı kürekle bir mabede girer gibi süzülür, sanki küreğin değil, bir kılıcın hakkını veriyormuşçasına başını dik tutardı. Üzerinde, ne ütü ne terzi eli görmemiş o meşhur kahverengi ceket, artık kendi iradesine sahipti; sol kolu her seferinde birkaç saniye geç girerdi odaya. “Esselâmün aleyküm, efendim,” derdi, ama sesi öyle bir tını taşırdı ki, bu selam mı yoksa bir nutkun başlangıcı mı, anlamak güçtü. Ardından kelimeler, kar topu gibi büyüyerek yuvarlanırdı, “Sabahın hayrı üzerinize olsun. Dün akşam mahalle kahvesinde sizin adınızı andılar, herkes doğruluğunuzdan dem vurdu. Bir kadının davası varmış da sizden başka kimseye güvenememiş.” Ali Efendi, bu sözleri duyunca içinden bir yerler yumuşar, alnına sürdüğü gül suyu gibi bir ferahlık hissederdi. Demek halk hâlâ adalete inanıyor, diye geçirirdi içinden. Oysa halkın inandığı şey, odacının gevezeliğiydi.

“Geç kalmışsın yine, Salih,” derdi Kadı Efendi, kaşlarını çatmadan, ama sesine hafif bir buhar katarak. “Efendim, sabah ezanında camiye vardım, lâkin müezzin sesini biraz fazla uzatmış, vakit kaydı. Hem yolda karşımda bir dilenci belirdi; dedim ki, bu da Rabbimin bir imtihanıdır, sadakamı vereyim. İmtihan uzun sürdü efendim.” Ali Efendi’nin göz kapakları titrer, sabırla sustuğu her saniyede alnındaki gül suyunun kokusu biraz daha solar, yerini sinir terine bırakırdı. Odacı, küreğini sobaya dayar, ardından rahlenin üzerindeki tozlara şöyle bir bakar ama silmek için hamle etmezdi. “Efendim, sizin gibi bir zatın odasında toz bile edepli durur,” derdi, gülümseyerek. Kadı Efendi, buna ne cevap vereceğini bilemez, “Edep tozla ölçülmez,” gibi bir şeyler mırıldanırdı ama sesi kendi kulağına bile ikna edici gelmedi.

Kadı Efendi, doğru kararı vermenin ağırlığını her zamankinden fazla hissediyordu. Bir odacıyı azletmek bu kadar zor olmamalı, diye düşündü. Bu kadar karar verdim, bir insanın ömrünü yönettim, bir canın bedelini biçtim; ama şu süpürgesiz adama gelince elim titriyor. Salih ise, her zamanki gibi küreğini almış, külü savuruyor, savurdukça konuşuyordu, “İnsanın kaderi de küle benzer efendim; ne kadar karıştırırsan karıştır, yine dipte kalanı görünmez.” Belli ki Salih, sobayı yakmayacaktı, yine. Bu, burnu üşümekten al al olmuş Kadı Efendi’nin sabır terazisinde son zerreydi. Ayağa kalktı, cübbesinin eteği savruldu; gül suyunun kokusu bir anlığına yeniden canlandı odada. “Salih,” dedi, “Sen, küllerin değil kelimelerin odacısısın anlaşılan. Ama ben bugün temizliği tozdan değil, senden başlatmak niyetindeyim.” Odacı bir an durdu, küreğini yere bıraktı. Gülümsedi, sanki bu kararı o vermiş gibi. “Emriniz başım üstüne efendim. Hakkınızı helâl edin, ben zaten temizlikten hiç anlamazdım.” ve çıktı. Kadı Efendi bir an, kapının eşiğinde kalan boşluğu seyretti, ardından sobanın yanına gitti. Külü bir kürekle aldı, kapının önüne döktü. Elini silerken aynada kendi yüzünü gördü; alnında hâlâ gül suyunun ıslak izi duruyordu. “Temizlik hükmün bereketidir,” diye tekrarladı kendi kendine. Sonra aynaya eğildi, alnındaki lekeyi parmağıyla sildi.

Ama ne yapsa eksik kalıyordu. Şimdi Salih olsa, külleri savururken mutlaka bir laf ederdi. “Efendim, insan bazen tozu değil, kendini süpürür.” veya “Şu toz tanelerini atmaya gönlüm el vermiyor, ahirette hepsi sizin doğru kararlarınıza şahitlik edecek.” der, tozları bir köşede biriktirirdi. Odacı tüm gün Kadı Efendi’nin kafasının içinde uğuldadı, durdu. Aksi gibi o gün Kadı Efendi’nin kararlarından istifade etmek isteyen de çıkmamıştı. Tüm doğru kararlar içinde sıkışmış, Salih’in arkasından ağlıyor gibiydi.

Sonunda akşam olup Kadı Efendi kapıyı iyice çekip evine döndü. Hanımı yemeği hazırlarken o yine dayanamadı, “Tuzunu çok koymayasın içim daralır.”, “Ekmeği buharda ısıtırsın”, “Tasları sıcak suyla yıka, sana kolaylık olur.” diyerek bildiği tüm doğruları savurmaya başladı. Zavallı hanıma kararları söyledikçe göğsü genişler gibi oldu. Kadın sustu. Yalnız iç çekti.

Gece olup kararlarla başbaşa kalınca Kadı Efendi “En azından bu akşam doğru bir akşam yemeği yedik,” diye içinden geçirdi. Gözlerini kapadığında Salih’in sesi yeniden yükseldi “İnsan bazen tozu değil, kendini süpürür.” O an, Kadı Efendi’nin içindeki terazinin dili kıpırdamadı. Ne sağa eğildi, ne sola.