Üç Adımın Adamı

Dilber Yeliz Yılmaz

Muhtar Adil, saçaktan düşen suyu çubukla hizaladı. Çizgi, geçen haftaki pas izine değdi. Deftere kısa bir çizgi çekti. Yanına +12 cm yazdı. Kaplan gözü tesbihinin boncuklarını iki sıra ilerletti, üçüncüde durdu. Trabzon’u serinleten yağmur damlaları, köyün üstünde aynı cümleyi tekrar ediyordu:

“Acele eden yanlış eder.”

Avucuna limon kolonyası döktü. Yayılan keskin koku genzini yakarken elleri serinledi. Önce ölçüm, sonra iki söz, sonunda tek cümle. Ölç, danış ve yaz. Her kararında önce ölçer, sonra iki kişiye danışır, sonunda deftere bir cümle yazardı. Telsize bastı, düz ve soğuk bir tonla:

“Köprüde bekleyin.”

Uzun ve ısrarcı düğün konvoyunun sabırsızları kornayla cevap verdi. Dere, köprünün ayağına sürtüne sürtüne konuşuyordu. Coşkun gri su, siyah bir ip misali kalınlaşıyordu. Sis, ışıkları pamuk gibi boğdu ve yuttu. İhtiyar, Adil’in omzuna eğildi:

“Muhtar bir şey olmaz, yağmur bu. Yağmur işte.”

İmam, sessizliğini sürdürürken sadece kaşlarını kıstı. Gözleri canı önceliklendirir gibiydi. Adil, yeniden çubuğu suya indirdi. Çizgi, az önce bıraktığı izden yukarıdaydı. İki yol vardı. Şimdi kapatırsa gece boyu düğünü yaktın muhtar diye söyleneceklerdi. Onlara beş dakika verirse su beş kişinin adını alabilirdi. Telsizi ağzına yaklaştırdı:

“Köprü kapatılıyor.”

Adil, nefesini tuttu. Elleri titredi. Ölçü dediğin bedelsiz olmaz diye geçirdi içinden ama yüzde yüz ifadesi dilinin ucunda kilitlendi. Titreme geçmeden konuşmak Adil’e göre yanlışın ta kendisiydi.

Kalabalığın sesi koyulaştı, kornaya davul karıştı.

Telefon ekranları yağmurun altında balık pulları gibi ışıldadı.

“Muhtar abartma, yağmur bu!” diye üsteleyen yaşlıların sesi, Adil’in kulağında başka bir uğultuyu uyandırdı. Rüzgârın sirene benzeyen o ince iniltisi yeniden canlanmış gibiydi. Limon kolonyasının uçucu serinliği çekildi, yerini ıslak toprağın ve mazotun ağır kokusu aldı. Pratik olur diye düşünerek yıllar önce yirmilerindeyken yamacın göğsünden kestirme bir yol açtırmıştı. Doymuş toprağı bir kesik gibi yarmıştı. O vakitte ihtiyarlar memnundu, gençler ise yollarda hızlanmıştı. Barlas o parlak günün akşamında 125’liğinin marşıyla gülerek çıkmış, virajı dönerken yağmur toprağın sabrını almıştı. Gece, tepenin üstünden gelen uğultu büyümüş; sabah vakti dikenli çalının dibinde yalnız bir kask bulunmuştu.

O günden sonra Adil’in hayatı üç çiviyle sökülemeyecek şekilde sabitlenmişti:

“ÖLÇ, DANIŞ, YAZ VE HER KARARIN ÖNÜNE BİR SINIR TAŞI DİK.”

Kaplan gözü tesbihinin boncukları avucunu soğutmuştu. Telsizde jandarma, kısa ve tok bir sesle:

“Taşkın riski kırmızı.”

İmam, Adil’in kulağına doğru eğilip:

“Canın hatırı düğünden büyüktür, kapat muhtar.”

Düğün tarafı telefonları havaya kaldırdı. Muhtar keyfi engelliyor diye videoya ses döşediler. Adil, gözünü bir an olsun köprüden ayırmadı. Barlas'tan sonra kendi cebinden yükselttiği o beton ayak, şişen suyun altında çizgi çizgi titreşiyordu. Su, betonla sohbet ediyordu sanki. Kardeşinden sonra bir daha kimseye bir şey olmasın diye diktiği köprü, şimdi bedel isteyebilir miydi?

Dere bir anda kabardı. Köprü gözü genişleyip daraldı. Beton derin bir nefes aldı.

Adil, tiryakiliğin üç adımını bu kez kendi eliyle kesti: Ölçtü yetti, dinledi bitti, yazmadan karar verdi.

Bu kez telsizle değil, sesiyle bağırdı:

“Köprü kapandı!”

Adil greydere bindi, marşı çevirdi; motor uğuldayarak uyandı. Kepçeyi indirip köprünün girişine çakıl yığdı, zinciri gerdi, demiri yere bastırdı. Kalabalık homurdandı, telefonlar havaya kalktı. Tam o sırada derenin ağzı taştı, su rampaya vurdu. Adil’in yığdığı çakılı söküp aldı. Köprü yerinde kaldı, geçiş imkânsızlaştı. Herkes bir adım geri çekildi ve kimse Karadeniz’in hırçın dalgalarına gömülmedi. Şafak söktüğünde su bir parmak kadar çekilmişti. Köprünün bir ayağında taze bir çatlak belirdi. Köylüler önce söylendi, geceki videolar yayılınca sesler yumuşadı. Sustular. Adil, caminin sundurmasına bakarak karar defterini açtı. Kaplan gözü tesbihinin boncuklarını avucunda sıktı. İçinden yalnızca şu geçti:

“Doğru, bazen kalıcı bir leke bırakır.”

Sayfaya tek cümle yazdı:

“Barlas, bugün kimseyi vermedim.”

Şişeden bir damla kolonya düştü, mürekkebi silemedi. Köprüdeki çatlak ve defterdeki çizgi, aynı yağmurdan iki iz olarak kaldı.

Yağmur diner, iz kalır; doğru geçer, bedel kalır. Gönül susar, sızı kalır.