Gecenin en karanlık saatinde gördüğüm kâbustan kan ter içinde uyandım. Artık kaç gecedir bu kâbuslarla baş etmeye çalışıyorum saymadım. Kaç gecedir kendime açıklayamadığım bir vicdan sızısının beni uykumda kıskıvrak yakalamasına izin veriyorum, hatırlayamadım. Hatırlamam hiçbir şeyin çaresi olmayacaktı. Çare denen şey ne ise ve nerede ise bana uğramadığı kesindi. Onu bekleyen de yoktu. Kim vardı biliyor musunuz? Doğrularını takip ederken duygularını unutmuş çaresiz biri.
“Doğru” dedikleri o soyut mu soyut kavramın ne zaman ortaya atıldığını düşündüm. Hayır, ilk olarak matematikçiler bulmuş olamazdı. Bana ilk babam öğretmişti. Allah, kitap, peygamber ve o peygamber ki dosdoğru bir peygamber. “Emîn” peygamberdi. Babamdan ilk böyle duymuştum. Fakat kendimi zihinde oynatılan film şeridinin oynatıcısı edasıyla zorladım ve tarihte daha da gerilere gitmeye çalıştım. Dünya’nın var olmasından beri vardı bu doğrular. Hayır, dünyadan önce bile vardı. Her şey bir gaz ve toz bulutuyken doğrular da nasiplerini bulmak için uzayın bir boşluğunda bekliyor muydu yani? Ardından Habil ve Kâbil geldi ve doğrular yeryüzünde var olmaya mı başladı? Peki bu bilgiler ne işime yarayacaktı? Hiç. Sadece kendimi oyalıyordum. Zihnim tarihte bugüne gelmemek için milattan öncesine gitmeye hazırdı. Ama bu şekilde bir sonuç elde edemezdim. Bugüne gelmem lazımdı. Benim uzun bir aradan sonra masanın başına geçip elime kalem almamı sağlayan o konuşmayı aklımdan bir şekilde silip atmam lazımdı.
Hiç bir neden yokken arkadaşım Yasemin bana “Sen zaten en doğru kararları verirsin. Senin için doğru mu doğru, hissettiklerinin bir önemi yok zaten. Başımıza doğru kararlar tiryakisi oldun çıktın! En son verdiğin doğru karar vicdanını hiç mi acıtmıyor!” diye çıkışmasaydı elbette silmeye çalıştığım o his bir an tekrar gelip boğazıma oturmayacaktı. Üç aydır zaten verdiğim kararın altında eziliyor oluşum yetmiyormuş gibi derdimi anlatmak için can attığım kişiden böylesi bir azarlama işitmek hassas kalbim için pek de hazmedilir türden değildi. Sahi neden öylece dururken aklına “doğru kararlar tiryakisi” demek gelmişti? O sırada çay demlemek için su ısıtması ve çay içmeyi ne kadar sevdiğimizi dillendirmiş olmasının, ardından tiryaki marka çayı demliğe boşaltmasının bu kelime dizinine bir katkısı mutlaka vardı.
Kırıldığım açık bir gerçekti. Bu derdi açtığım tek arkadaşımın sözleri beni hâliyle yaralamıştı. Kendisini zar zor ifade edebilen insanları bilirsiniz. Ben bildiğinizi varsayıyorum. Ben de o insanlardan biriyken ve kimselere açamadığım derdimi yalnızca o arkadaşıma açmışken gözlerinden alev püskürterek uzun zamandır içinde tuttuğunu hissettiğim cümleleri yüzüme doğru savurması yanağıma tokat gibi yapışmıştı. Onun cümlelerinin üstüne şaşkınlığımı gizleyemeyip ama aynı zamanda söyleyecek pek kelime de bulamayıp derhal evden çıkmak istedim. Beni tutup elbette yanlış anladığımı, oturup konuşmamız gerektiğini, dostun acı söyleyeceğini belirtti. Teşekkürler, belki de haklıydı. Belki de son aylarda vicdanım rahatlasın diye onu bu konuyla çok meşgul etmiştim. Fakat benim sonbaharın üstüme fırlattığı hüzünden payımı almam, sarı yaprakların üstünde çatır çutur yürürken biraz ağlayıp, biraz da geçmişe gidip kendimi yeterince üzmem lazımdı. Öyle yaptım.
Gençliğimde (yani bundan yedi sene evvel ergenliğimin zirvesindeyken) o gün yürüdüğüm yol gibi bir sonbahar yolunu kulaklığımdaki müziği kulağıma doldurmadan bitirmezdim. Oysa şimdi dünyayı dinlemek daha makûl ve sakinleştiriciydi. Sahi o zamanlar ben şarkıyı yazan kişinin hiç de benimle aynı düşüncelerle yazmadığı cümleleri neden hayatımla özdeşleştirip kederleniyordum? Aşk şarkıları işte. Ah bu şarkıların gözü kör olsundu. Velhasıl ben o hüzünlü sonbahar yolunu (yol belki de hiç hüzünlü değildi fakat melankoli insana başka türlü gördürmüyor) kaç saatte bitirdiğimi bilmiyordum. Eve akşam ezanıyla geldim. Yolda pek de ağlamış sayılmazdım. Düşüncelerim susmadığı için ağlamadım elbet. Ya da içime ağladım, nereden bilebilirsiniz ki!
Evet Büşra senin için doğru karar buydu ve böyle yapman gerekiyordu. (Doğru karardı belki fakat şimdi mutlu musun Büşra?) Doğru dediğimiz şeyin aynı zamanda mutluluğu getirmiyor oluşu çok acıydı. Çünkü ben aklıyla karar verdiğinde mutluluğu bulamayan biriydim. (Doğrulukla aklı bir tuttun şimdi de Büşra. Doğru denen şey kalpten de çıkmaz mı? Ne kalbi yahu, kalbin hisleri yok olsa olsa odacıkları olur, yürektir o, yürek!) Dur artık dur! Durdu. Ağır ağır çöken karanlık evdeki eşyaları birer birer silüete dönüştürürken salonun ortasında duruverdim. Kendimi silüete dönen eşyalardan (özellikle de televizyonun önündeki sehpadan) pek de farklı hissetmedim. (En çok ona baktığım için böyle düşünmüş olabilirim.) Durmak pek bir işe yaramış değildi. Çünkü bu sefer gerçekten yani dışıma doğru ağlamaya başladım. Silüet gibi olan eşyalar zifiri karanlığın içinde kaybolana kadar ağladım. Hatta bir ara ağlarken uyumuştum, uyandığımda her yer kapkaranlıktı. Kendimi salonun ortasında aylarca beklemiş bir çöp gibi hissettim. Neyseki hissedebildiğim için onunla ayrılan bir yönüm vardı.
Işığı bile açmadan sadece alışagelmiş yön bilgimle odama geldim ve bir çırpıda üstümdekileri değiştirdim. Gözyaşlarının yüzümde bıraktığı tanıdık kuruluğa aldırmadan kendimi yatağın soğuk kollarına bıraktım.
Aylar önce kendi hür irademle bitirmeye gittiğim bu aşkın (aşk kelimesi pek doğru gelmiyor, belki de kelimeyi sevmediğim içindir.) gün içinde başka insanlar aracılığıyla kendini hatırlatması yetmiyormuş gibi uykumda da beni kıskıvrak yakalayıp doğrularımı sorgulatması hiç hoş değildi. Bıraksaydınız bari rahat uyusaydım. kime sesleniyordum ki? Bilinçaltıma mı?
Dedim ya işte gecenin en karanlık saatinde gördüğüm kâbustan kan ter içinde uyandım. Yüzleşmem lazımdı. Kimseyle değilse bile, kendimle. Kalkıp elimi yüzümü yıkadım ve çalışma masamın başına geçtim. Bordo deri işlemeli defterimi önüme aldım ve içine bir fotoğraf karesini betimler gibi yazdığım cümleleri okudum. Mutlu olduğum tarihlerin arasında bir ileri bir geri gittim. Bir mektup yazmak geldi içimden. Zamansız bir istekti. Kime yollayacağımı bile bilmeden önüme kalem kağıt çıkardım. Akrabası vardı belki yakınlarda, onlara ulaştırırdım ve belki onlar da ailesine yollardı. (Ailesi ne yapsın benim ezik mektubumu!)
Ona yazmak geldi içimden. Mektubu hiç okuyamayacağını bilerek ona yazmak istedim. Doğrusu, cümlelerde kendimi bulmak istedim. Acım biraz olsun dinsin diye kendime bildiğim şeyleri duyurmak istedim.
“Nasılsın? Ben üzgünüm. Keşke karşımda olsaydın da senden bağıra çağıra özür dileseydim. Her şeyi dosdoğru yapmanın yükü altında eziliyorum, sen gittiğinden beri. Kendi doğrularımı sana da dayattım, hayatını alt üst ettim, biliyorum. Bugün Yasemin bir kere daha hatırlattı ki benim hislerimden önce doğrularım geliyor. Ne ki bu doğrular? Hiç. Kendimi aşağılık hissetmemek için koyduğum kurallar sadece. O gün, o yağmurlu gün, kafeye seni terk etmek için geliyordum. Kendimi doğrularıma inandırıp attım kafeye kadar adımlarımı. Fakat senin çiçek buketiyle geldiğini öğrendiğimde ne kadar ezik biri olduğumu hissetmiştim. Keşke o çiçekleri kanlar içinde görmeseydim. Keşke arabayı hurdaya dönmüş halde bulmasaydı polisler. Öncesinde sırf sen anla diye sana kötü davrandım. Öyle yapmayı doğru buldum. Şu an içine düştüğüm vicdan denizinin içinde boğuluyorum. Çok güzel bir yerde beni affetmiş olman için dua ediyorum. Çiçekler için teşekkürler.”
Sabah ışıkları aralık perdeden masama sızarken kendime pek de açıklayamadığım cümleleri kâğıdın arasına sıkıştırdım ve üzerime bir şal alıp kendimi dışarı attım. Rüzgar soğuk esiyordu ve şalımı bir öne bir arkaya uçuruyordu. Evden iyice uzaklaşıp tenha bir yolda sağ elimin iki parmak ucuna sıkıştırdığım mektubu göğe kaldırdım. Rüzgâr şiddetlenene kadar bekledim. Bir aralık sonbaharın sarı yapraklarını yerden kaldıracak kadar sert esen bir rüzgâr mektubu elimden aldı. Beyaz kâğıt savrulup gözden kaybolana kadar ardından baktım. Rüzgâr mektubu onun mezarına ulaştırsın diye umut ederek eve döndüm. Ne de olsa benim ulaştırmam pek doğru olmazdı.