Yanlış Kararlar Atölyesi

Esra Abaoğlu

Bekliyor.

Bekliyorum. Yine. Yine bir buluşmaya zamanında geldim ve işte buluşacağım kişinin yerinde yeller esiyor. Harika! Aynı şeyi kendim yapsam… yapamam, hayal bile edemiyorum. Evden zamanında çıkmak için üstünkörü kahvaltı yaptım, kıyafetime istediğim kadar özenemedim, evdekilerin yüzüne bile bakmadan çıktım geldim, ama! Ama ne, ama işte zamanında gelmeseydim de olurmuş.

Yolda beliriyor, elinde kahvesi, kendinden çok memnun, taşkın neşesiyle arkadaşı, acele ettiğini belirten ya da mahcubiyet içeren hiç bir emare taşımadan kendisine yaklaşıyor. Kendisinin olduğu yerde yine erken bulunmuş olmaktan kaynaklanan sönüklüğüne mukabil bu enerjinin suratına çarptıkça canını acıtmaması için uğraşması gerekecek. Bunu hissetmek bile yumruklarını sıkmasına sebep oluyor.

Arkadaşı kendisine yaklaşıyor, bağırarak, kendisinin anlamadığı bir takım kelimeler söylüyor, önce kahve tutmayan elinin kendisini sırtından kavradığını fark ediyor, sonra arkadaşının kumral saçları görüş alanını kapatıyor, en son onun çiçeksi tonları baskın hafif tatlı orta notalı parfümünün etkisine giriyor. Hayret, öfkeli değil, mutlu asla değil, olsa olsa şaşkın.

Arkadaşı onu bırakıp bir adım gerilediğinde, onun tam olarak şimdiye karar ne dediğinin veya neler söylemiş olabileceğinin farkında olmadığını anlıyor. Kendinden ve o andan memnun olduğu bariz, tüm neşesiyle karşısında duran arkadaşına, “Neden geç kaldın?” diyebiliyor. Sesi bu kelimelerle mi, yoksa sadece çıkmaktan mı rahatsız bilinmez, kısık ve çatallı. Öksürerek boğazını temizlemesi gerekiyor, bu öksürme işi canını daha da sıkıyor.

Arkadaşının memnun ve aptal -evet aptal- suratı gölgelenir gibi oluyor. Sonra kendini toparlayıp, sadece on dakika gecikmiş olduğunu söylüyor saatine bakarak, ve yine kahve tutmadığı eliyle koluna girip onu yürümeye zorluyor.

Bu kadar, hiç bir sorun yok demek, on dakika geç kalmış ve hiç bir sorun yok gibi yürüyoruz.

Boğazına düğümlenen şey sadece sesi değil belli ki. Yola çıkmadan evvel etmemiş olduğu kahvaltı, içine sinmeyen kombini, sıkmadığı parfümü, eline almayı akıl edemediği kahvesi, genel olarak hayattan alamadığı bütün bu neşe, hepsi boğazına düğümleniyor. Bütün bunlardan arkadaşının kendisinden çaldığı on dakikayı sorumlu tutmanın önüne geçemiyor. Bunun saçma olduğunu bildiği halde böyle düşünüyor ve bu kendisini daha da rahatsız ediyor.

Aptalsın sen, aptal aptal! Erken geldiğin için ayrı aptal, on dakikada yapabileceklerine dair bu tasarımların için ayrı aptal. Aptal kere aptal.

Arkadaşı bir şeyler anlatmaya başlıyor. Bunu neden yapıyor? Neden kendisinin yapamadığı kombinden, sıkamadığı parfümden, evdekilere gösteremediği ilgiden yani buluşma noktasında tam saatinde olmak için yaptığı tüm düzenlemelerden ve fedakarlıklardan bahsetmiyorlar? Arkadaşı neden bunu görmüyor? Neden kendisini görmüyor?

Hareket etmeleri ve arkadaşının havadan sudan muhabbeti bu duygularından kendisini bir miktar uzaklaştırıyor. Gidecekleri rotaları önceden belirlediler. Bugün birkaç sergiyi beraber görecekler. Hepsi de Karaköy’de. Tam nerede olduğunu bilmiyorlar ama plan yaparlarken “nasılsa buluruz bir şekilde” demişti arkadaşı. Ona güvenmek istiyor, kendisini ona bıraksın ve gezsinler. Buluşmaya gelirken içinde bu rahatlıkla geldi. Plan zaten belli. Önce resim heykel müzesine gidecekler, sonra Zihni han, sonra külah fabrikası, en son İstanbul modern.

Tam o esnada aslında resim heykel müzesine doğru gitmediklerini fark ediyor. “Buradan mı gidiliyor müzeye?” diye soruyor. Arkadaşı da durup çevresine bakıyor. HİÇ BİR ŞEYDEN HABERİ YOK. Nerede olduklarından, nereye gittiklerinden. Dönüp, “sana anlatacaklarıma dalmışım” diyor yüzünde yine o sıcacık, enerjik, bir renk verecek olsa turuncu diyebileceği gülümsemesiyle.

Bu gülümseme midesinde bir yerlere saplanıyor. “Nasıl yani haberin yok?” diyebiliyor. Lanet sesi yine çatallı. Bu sefer öksürmüyor. Yutkunurken telefonunu çıkarıyor çantasından. “Plana uymazsak nasıl yetiştireceğiz planladığımız yerleri görmeyi.” Diyebiliyor. Sesindeki çatal yerini soğuk bir kendinden eminliğe bırakmış. Bundan hoşlanıyor. Göz ucuyla arkadaşına bakıyor. Gülümsemesinin turuncusu donmuş, çevresine bakıyor. Bundan hoşlanıyor. Zaten on dakikanın da hesabını vermedin diye söyleniyor içinden. Google haritaları açıp, resim heykel müzesi, yazar yazmaz “inanamıyorum” diye küçük bir çığlık atıyor, “inanamıyorum beş dakikadır tam aksi yöne yürüyoruz.” Arkadaşı hala mahçup değil, “o zaman yürüdüğümüz yöne yakın yerleri görelim ilk” diyor. Bu kadar makul çözümleri böylesine kolay bulabilmesi canını sıkıyor. Plan belli ki umrunda değil, en az doğru zamanda doğru yerde olmak kadar. Bu hissi canını daha da sıkıyor. “Olmaz” diyor. “En son İstanbul Modern’i görmeliyiz, gün batımını orada yakalamalıyız.” “Peki” diyor arkadaşı, “Sen nasıl istersen.” Bu teslim olmuşluk da canını sıkıyor. Hani, bir şekilde bulacaklardı yollarını. Hani halledecekti arkadaşı. Olmamıştı işte, kendisi google haritalara bakmasa, herhalde yürüyerek Eminönüne varmış olurlardı.

“Şuradan” deyip yola koyuluyor. Arkadaşının koluna girmiyor. Onun kendisine ayak uydurmasını bile beklemiyor. İki eliyle telefonu tutarken etrafına bakmıyor. Geldikleri yeri geri dönüyorlar. Arkadaşı bir şeyler anlatıyor ama sözünü navigasyonun sesi düzenli olarak bölüyor. O da navigasyonun dediklerini tekrar etmek dışında bir şey söylemiyor. “Şimdi şuradan, sonra buraya döneceğiz” diyerek yolu tarif ediyor. Arkadaşının sesi gittikçe duyulmaz oluyor, herhalde sustu.

Bir süre navigasyonun sesiyle birlikte yürüyorlar, insan kalabalığı, trafik, inşaat hepsinin içinden geçiyorlar ama bir türlü müze binasının önüne gelemiyorlar. Arkadaşı birkaç kere bir başkasına sormayı teklif ettiyse de buna tahammülü yok. Neden ellerinde telefon ola ola bir binayı bulmak için başkasıyla muhatap olacaklar? Elbette bulabilir yolu.

Bir süre daha geçiyor, bulundukları caddeyi boylu boyunca iki kere turladıktan sonra arkadaşı birini durdurup resim heykel müzesine nasıl gidebileceklerini soruyor. Kendisinin özenle üstünü kapatıp muhatap olmadığı için rahata erdiği arkadaşının bu turuncu enerjisinin birden başkasıyla konuşurken ortaya çıkmasından rahatsız oluyor. Elinde telefonu tutan kişi olarak onun yanında dikilmekten kısmi bir utanç duyuyor. Arkadaşının konuştuğu adam kendisiyle de göz göze geldiğinde hızlıca gözlerini kaçırıyor. Adam acaba kendisi hakkında, iki adımlık yolu da bulamayan bu mu, diye düşündü mü, kendisi onun yerinde olsa düşünürdü. Meğer binanın çıkmaz sokakla bitişen arka kısmındalarmış, şuradan dön buradan yürü bir şekilde tarif ediyor. Arkadaşı adama turuncu bir teşekkür ediyor. Bu turunculuk gözlerini kör ediyor. Aynı zamanda sesini de kesmiş olacak ki konuşmamayı tercih ediyor. Sonunda müzenin kapısını buluyorlar. İçeri girerken navigasyon “hedefinize ulaştınız” diye bağırınca onu kapatmamış olmanın aptallığını da iliklerine kadar hissediyor.

Rotanın geri kalanı için doğru kararları doğru zamanda almaya ve bunu yapamayanları cezalandırmaya mecali kalmıyor. Arkadaşının taşkın enerjisinin kendisini oradan oraya taşımasına tahammül ediyor. Yanlış karar ve tutumun doğru sonuçlara çizdiği kestirme rotaları asla tek başına yürüyemeyeceğini bilmekten bitap düşüyor.

Ayrılırken arkadaşının bir daha asla olmasa bile hiç değilse uzun bir süre kendisini görmek istemeyeceğinden emin. Bu buluşma sessizce tarafların birbirini terk etmesini hak ederdi. Daha ziyade kendisinin azarlanarak yolda bırakılmasını hak ederdi. Öyle olmuyor. Kesinlikle yanlış bir karar vererek arkadaşına ve aslında saçma sapan kombinine, yolda gelirken almayı düşünemediği kahvesine, sıkamadığı parfümüne sarılıyor.

İçi buruk. Bundan böyle yanlış kararlar vermeyi öğrenmeye niyet ediyor.