AFİLLİ “OKB”
Ofise geç kaldığım için aceleyle caddeye doğru yürüdüm. Geç kalmam için çok geçerli sebeplerim vardı kendime göre. Bir karar arefesinde olmak hayatım boyunca uykusuzluğumun en geçerli sebeplerindendir. Tabiki uyuyakalmak kahvaltıyı otomatikman yok ediyordu hayatımdan. Kahvaltısız çıktığım için de bir elimde omuz çantam diğer elimde azık çantam ile düştüm yollara. Aslında yorsa da bu fazlaca çantalar beni alışmıştım. Elimdeki ağırlıklar beynimdeki ağırlıklardan çok değildi çünkü. Dalgın bir şekilde köşebaşını dönerken Filiz halayla karşılaştım. Onu en son yaklaşık on yıl önce falan görmüş olduğumdan bir garip hissettim. Ve düşünmeye başladım onu görmem bir işaret olabilir miydi?
Yaşadığım rahatsızlıktan ötürü yol arkadaşlığı yaptığım Gonca’nın halasıydı aslında Filiz hala. Ama gel zaman git zaman bende hala demeye başlamıştım ona. Onun da hoşuna gidiyor diye düşününce öylece kalakalmıştı hala. O dönem buna da baya kafa yormuştum aslında. Şimdi hızlıca geçiştiren beynime –“Aferin kız, başarıyorsun.” diyerek devam ettim yoluma.
Yoğun tedavi süreçlerim gözümün önüne geliverdi birden. OKB teşhisi konmuştu daha okul sıralarında iken bana. Obsesif kompulsif bozukluk olduğunu doktorun uzattığı kağıdı annemlerin elinden güç bela aldığımda öğrenmiştim. Neden uzun söylemeyip de OKB dediklerine küçük yaşımda baya kafa yormuştum. Uzatıp çenelerini mi yormak istemiyorlardı, yoksa korkunç bir hastalığım vardı da zikretmekten mi çekiniyorlardı. Ama bir süre sonra bana da afilli gelmişti hastalığımın adını böyle söylemek. Adı afilliydi de zordu bununla yaşamak.
Ortaokulda farklı bir okula geçiş yapmıştım. Eski okuluma özlem duyuyordum. Bazı arkadaşlarım vardı yine aynı okulda olduğumuz ama yakın arkadaşlarımdan yoktu kimse. Yeni okuluma alışmak şöyle dursun okulda olduğum süreler bana eziyet gibi gelmeye başlamıştı. Hiç gitmek istemiyordum. Her gün türlü sebepler uyduruyordum okula gitmemek için. Karnım ağrıyor, midem bulanıyor filan iyi numaralardı da içim sıkılıyor deyince hemen rehber öğretmene gönderilmiştim. Ordan da hemen aileme ulaşılmıştı. Annem babam baya endişelenmişlerdi. Okulda iken onlara ama özellikle de kardeşim Kübra’ya bir şey olacak ve benim haberim olmayacak korkusu yaşıyordum. Okulda öğretmenlerim bana kızacak diye ödüm kopuyordu. Oysa daha ilk haftalardan yapılan toplantılarda bütün öğretmenler hakkımda güzel şeyler söylemişlerdi. Babamın toplantı sonrası beni hamburger yemeye götürmesinden anlıyordum bunu. Ha bide öğretmenlerim artık bana sadece İkra demiyor; İkracım diyorlardı. O dönem ödev yapmayan eksi alırdı acaba hala böyle şeyler var mı okullarda bilmiyorum ama; ödevimi yaptığım ve hiç eksim olmadığı halde daha o derse girmeden gözümden yaşlar akmaya başlıyordu eksi alacağım korkusuyla. Öğretmenlerimin telefonunu alırdım her teneffüs evdekileri arardım iyiler mi diye. Ben bunlara kafa yorarken bide okulda bit vakası çıkmasın mı? Hiç unutmuyorum Müzik dersinde defalarca provasını yaptığım şuan bile tüm notalarıyla hatırladığım “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak………” türküsünü flütle çalmaya hazırlanırken ellerimin terleyişini. Kapıdan içeri sağlık görevlileri girince çalma sırası bana gelmeyecek diye sevinişimi de unutamam. Nerden bileyim aslında çok daha büyük şeyleri sıkıntı edeceğimi. Evet, sınıfta ikiz kardeşlerin birinde bit çıktı. Tüm öğretmenlerimiz o dakikadan sonra bizleri hijyen konusunda, bitle karşılaşmamız durumunda yapacaklarımız konusunda bilgilendirmelere boğdular. O gün okul çıkışını zor ettim. Takip eden iki hafta sanırım okula gitmedim. Sürekli farklı farklı şampuanlarla saçlarımı temizleme telaşına düşmüştüm. Aynanın karşısında acaba saçımın içine düşmüş bir şeyler görür müyüm diye bakmaktan kendimi alamıyordum. İşte benim için her şey zorlaşırken gitmiştik doktora da. Koymuşlardı hastalığıma bir isim. O günden sonra bazı şeyler daha da zorlaşmaya başlamıştı benim için. Okulda iken ailemin güvende olduğuna hiç emin olamıyordum; iyiyiz deseler de doğru mu yalan mı söylediklerine karar veremiyordum? Bende de bit olup olmadığına karar veremiyordum. Yok deseler bile ben ikna olamıyordum. Hele para saymak tam bir işkenceydi benim için. Okul için yapılan ortak etkinlikler için para toplama görevini bana verirlerdi öğretmenler çoğunlukla. O pis, bana bit bulaştırmasa da tam bir mikrop yuvası olduğunu bildiğim paraları kaç kez sayıyordum öğretmene teslim edene kadar. Bu kez mi doğru saydım, yoksa az önce mi doğru saymıştım ki diye diye hep baştan alıyordum. En son bir karar aldım onuncu kez en doğrusu olur diye düşünüp mutlaka on kez sayıyordum. Yemekleri hem ağzımın sol tarafında hem sağ tarafında eşit çiğnersem diş sağlığım için iyi olur diye onları da sayıyordum. Ayakkabı bağlarımı çözüp yeniden bağlama sayım yedi, ailecek kapıdan çıkarken ocak ve ışıkları kontrol etme sayım beş, annem ütü yaptıktan sonra fişi kontrol sayım üç idi. En çok akşamları yatıp da kapıyı kilitleyip kilitlemediğimi kontrol etme sayım değişkenlik gösteriyordu. Hiç ikiye inememişti bir süre mesela. Ne uğraşmıştık ama doktorumuzla bunun için. Uykularımı bölüp bölüp kontrol ediyordum sayısızca ama istemsizce. Hastaydım işte, kızmak haksızlıktı bana. Anne babam herhalde uykusuz kalmalarından olacak en çok buna kızarlardı. Şimdiki aklımla bir nebze hak veriyorum ama o zamanlar çok üzülmüştüm hatırlıyorum.
Yıllar öyle öyle geçti işte. Ne ilginç takıntılarla ne kadar uzun süreler savaşım vermiştim. Yaklaşık 6 yıl kadar terapiste gitmiştim. Gonca ile de en son gittiğim terapistimin bekleme salonunda başladı arkadaşlığımız. Onun bambaşka bir rahatsızlığı vardı. Bu terapiste gelmeden önce üç kişiye daha gidip en son bu adama kendimi anlatabileceğime ve bu adamın bana zarar vermeyeceğine karar verip devam ettim. Gonca, “senin işin kolay bana göre” diye derdi de; hiç sormadım çünkü onun için de uzun uzadıya düşünüp kararsızlık yaşamak istemedim. Arkadaş olduğumuza da karar vermemiştim ki benim tedavim bitip de ayrılmıştı o ve onu oraya getiren halasıyla yollarımız. Nerden çullanmıştı bu düşünceler yine ki bana hem de şöyle bir zamanda. Neyse…
Ofisime varır varmaz yüzüme çarpan soğuk hava ile titrememe engel olamamıştım. Bir gün önce ofise gelen son danışanımın getirdiği küflü peynirler yoğun bir koku bırakınca odada camı açık bırakıp kokunun gideceğini düşünmüştüm de ondan aralık bırakmıştım ofis balkonunun kapısını. Tabi bu kadar soğuk olacağını tahmin etmemiştim. Düşünmek lazım aslında aylardan Kasım bu şehir kışı hissettirmeye başlar insana. O an yeniden beynimin ağırlığı omuzlarıma indi ve düşünmeye başladım. Sabahtan beri beni yeniden kemirmeye başlayan o mel’un hastalığı yenmek mümkün değildi de etkilerinden baya kurtulmaya başlamıştım. Nitekim iki yıldır tedavi süreci yoktu da zaman zaman gidiyordum terapistime yaşantıma dair konuşmak için. Şimdi mesleğinde işinde gücünde birisi olmuştum. Bu zamana kadar aldığım kararlarda hep desteğini almıştım terapistimin. Zaman zaman onu anne babamdan yakın hissetmiştim kendime zaten. Yok hiç Kübra kadar yakın olmadık galiba ben izin vermediğimden. O beni en iyi anlayandı hayatım boyunca. Her yaşantımda, her zorluğumda ve her kararımda. Peki, şimdi? Hastalığımdaki gidişat beni hep endişeli biri haline getirmişti; çünkü ne zaman bir karar verme aşamasında olsam yine yeniden tetiklenecek ve o kötü günlere dönüp işimi gücümü yapamaz hale geleceğim diye korkuyordum. Şimdilerde iyi bir diyetisyen olmuştum. Bence kendim için en doğru mesleği seçmiştim. Yalnız değildim bu kararı alırken ve tabiki bu kararı verebilmek de baya işkence haline dönmüştü bizim evde o zamanlar. Ailem mutluydu; yaşantımı sürdürebilir hale gelmemin yanında bide meslek edinebilecek olmamın gururunu okuyordum gözlerinde. Seferberlik ilan ettirmiş; herkesi bu konuda düşünmeye zorlamıştım. Tabi terapistimi de. Sonra el birliğiyle bu kararı alıp oy birliğiyle de ailemle aynı şehirde olması gerekliliğinde mutabık kalmıştık. Burda benim bir müdahalem olmadı. Çünkü doğru karar vermeye uğraşırken ailemden ve hele de terapistimden uzaklaşmanın karanlıkta yolumu gözleyen bir düşmanımmış gibi beklediği hissini bastırmakla meşguldüm o sıralar. O yılları da atlatabilmiş ve yeni gururlar yaşatarak da mezun olmuştum okulumdan ve şimdi de karar veriyordum birilerinin hayatında iyi şeyler olmasını sağlayacak ya da kötü şeyler olmasını engelleyecek şeylere. En doğrusu en güzeli olsun diye uzun uzun düşünsem de onlar memnun olunca kendimi daha bir seviyordum doğru yaptım diye.
O kadar kaçıyordum ki düşüncelerimden ha bire beynim başka şeylere kayıyordu. Gelgelelim yine bir karar alınacaktı. Ondandı uykusuzluk, kahvaltısızlık, geçmiş anıların depreşmesi, falanlar filanlar. Bu kez yalnız hissediyordum galiba kendimi. Ne hissetmesi bence düpedüz yalnız bırakılmıştım işte. Bir süredir iyi anlaştığım bir diyetisyen arkadaşımla daha çok vakit geçirir olmuştuk derken bir baktım sevgiliydik. Mutluydum. Güzeldi her şey. Ona hastalığımdan bahsetme konusunda tereddütler yaşarken yine günlerimi mahveden kafa karışıklıkları neticesinde elbetteki bilmesi lazım diyerek açıklamıştım. Nedense eski yaşadıklarımı -eski İkra’yı- değil de halihazırda iyileşmiş olan -aşık olduğu beni- anlatma kısmını daha iştahlı anlatmıştım. Galiba onu kaybetmekten korkma duygusunun bende oluşturduğu tepkiydi bu. Kaçardı belki eski hallerimi bilirse diye? Terapistim buna çok kızmıştı; yalan ya da eksik yakışmamış sana İkra demişti. Ve sanırım ilk kez onu dinlememiştim, kulak arkası etmiştim ilk kez uyarılarını. Sonra da şuan yüreğimi sıkıştıran kararı düşünürken de “Artık sorumluluk alabilecek durumdasın,İkra” demiş ve ne güzel sıyrılmıştı işin içinden. Ne vardı sanki eksisini artısını söyleyemez miydi? Ailem desen onlar da güveniyoruz sana diyerek topu atmışlardı bana.
Peki ben ya ben? Güveniyor muyum alacağım karara? Ben İkra, bir OKB hastası iken zamanla bunun etkilerini yenebilmiş diyetisyen müsveddesi ben. Ben ve benim gibiler evlenebilir mi? Sevdiğim adamla bir yuva kurabilir miyim? Onun hayatını zindana çevirmeme olasılığım hakkında birileri bir şey söyleyebilir mi? Bu evlilik afilli hastalığım muhteremlerini başa döndürebilir mi? Hem sadece evlilik mi, ben aptal mıyım, baba da olmak ister tabi Tuna. Ahhh, ahhh. O baba olmak ister de benim canım OKB hastalığım bu konuda ne düşünürler acaba? Filiz hala işte bugün karşıma çıkan. Ne demeye anlatmıştı ki bana Gonca’nın iyileştikten üç yıl sonra İstanbul’da başka bir doktorla yeniden başladığını tedaviye. Bide ayrılırken dikkat et diye tembihlemişti bana. Neden, niçin ve neye dikkat edecektim? Onu söyleseydi ya böyle demek yerine.
…
…
…
Bugün yine ofisimde yine o zamanlardaki danışanımdan gelmiş peynirle yapılmış böreği iş güç arasında vakit bulup getirmiş Tuna. Peyniri eve götürdüğümde belliydi böyle bir şey yapacağı da. Bozmadım yapsın da mutlu etsin beni istedim. Ben bu günleri çok hak ettim. Ne zorlanmıştım ama yine böyle küf kokulu bir gün o bana koca olur mu diye değil de ben ona eş olabilir miyim diye. Ha bide anne olmak diye düşününce ne güzel çözüme kavuşmuştum. İşte olmuştuk Tuna ve İkra olarak karı koca; küflü peynirli börek yanında tavşan kanı çayımızı bile içiyorduk hatta. Zar zor nefes aldığım şu günlerde kocaman bir nefes çektim içime… Karşımda her fırsatta ofisime damlayan canım Tuna’m, elimde fotoğrafımızın basılı olduğu kupada çayım, karnımda gelmesini sabırsızlıkla beklediğimiz kızımız “Serra”... En güzeli de aklımda hastalığımı çocuğuma geçirir miyim düşüncesinin hiç olmayışı. Hey OKB, kızımdan daha afilli değilsin be artık.. Sen beni değil biz seni yendik…