Bu dünyadan şair olarak göçmek istemiyorum. Dirilirken de şair olarak dirilmek. Şiir yazarken ölüvermek…İstemiyorum. Etrafa dümdüz bakmak istiyorum artık. Kavisi kavis gibi, yamuğu yamuk gibi, karşı evin balkonundan aşağı sofra bezi silkeleyen teyzeyi olduğu gibi görmek istiyorum. Sokaktan geçen uyuz bir kediye bakarken gözlerimin dolmasını istemiyorum. Kaldırım taşını parçalayarak başını uzatıvermiş o narin sarı çiçeğin soluk alıp vermesini duymak…Ah koca şehrin ortasında bir başına soylu direnişini selamlamak…İstemiyorum.
Marketlerdeki kasiyer kızları şiirimin malzemesi etmek nahoş geliyordu zaten. Birilerini zorla sevmek, kendimi sevgiye zorlamak da. Kalbim sancıyordu o zamanlar. Ama iyi şiir yazılıyordu hani böyle olunca da! Şiir yazabilmek için kendimi sevgiye zorluyordum evet. Sonra kimisi hiç bilmiyordu ona yazılan şiirleri. Bazen bilinçli okutuyordum bak bakalım olmuş mu diye. O okurken yüzünün aldığı şekli aklıma iyice kazıyordum. Kazıyordum ki sevilenin sevildiğini anlamadığı zamanlarda yüzler ne şekle girermiş onu da bir başka şiirimin malzemesi yapabileyim. Yani şairlik hayatımın göbeğinde, böbreklerinde, taa kalbindeydi. Anamın elini bile rahat rahat öpemiyordum. O an dahi aklıma dizeler üşüşüyordu. bir bayram sabahı/ anamın eliyle dolaştım/ tüm coğrafyaları gibi şeyler doluyordu zihnime. Elini bırakmadığımı fark eden anam kızıyordu o zamanlarda: “Yine şiir yazıyon demi? Ula bırak elimi babası eşek bırak, işim var bırak!” Eğer kaymasaydı zihnim dizelere, anamın elini gerçekten öperdim. Öldü gitti. Beni onunla yaşayacağım gerçeklikten alıkoydu şiir. İstemiyorum.
Lisedeki hep o işgüzar edebiyat öğretmeninin yüzünden oldu bunlar. Yetenek avcıları, durdukları yerde rahat duramazlar zaten. Eli yüzü bumburuşuk olmuş yaşlı bir adamın fotoğrafıyla çıkıp gelmişti ilk dersine. Tahtanın tam ortasına yapıştırdı fotoğrafı. Dedeniz mi hocam, diye güya şaka yapmıştı arka sıradan biri. Ellerini arkada kavuşturdu, başını hafif sola eğdi: yurdum göğün altı/ benimmiş gibi izliyorum tüm denizleri/ gitmediğim memleketlerimi özlüyorum/ ellerinden öpüyorum tüm/ yüzü haritalanmış dedelerimin diye cevapladı. Başıyla otur dedi. “Sadi Akdağlı,” dedi. “Edebiyat derslerinde beraberiz bu sene. İsimlerinizi sorsam da unuturum. Kızlara şimdilik Şükriye, erkeklere Şükrü diye hitap edeceğim. İtirazı olan? Kabul edilmiştir. Evet, bu ihtiyara şiirler yazın bakalım. Bir ders süreniz var. Başlayın.” Sonra geçti oturdu öğretmen masasına. Mırıldanmalar, itirazlar yükseldi ama o çoktan önündeki kitapta kaybolmuştu bile. Bir süre sonra sınıfa kabul etmenin sessizliği doldu.
Sevmiştim bu adamı. Sırf ona sevgimden hiç alakam olmadığı hâlde karşımda duran ihtiyara şiir yazmaya başladım. Sevgi, işaret fişeğiydi. İnsanı yerinden ederdi. Ömrünün sonunda yağmursuz mu bıraktı seni gökler?/ Toprağın çatlamış, su beklemedesin/ Bir ırmak kurursa eğer/ Topraktan da saymazlar onu/ Kurumuş ırmak derler/ Bir ırmak nasıl içerlerse buna/ İçerlemişsin yağmayan yağmura/ Gitme/ Kurumuş ırmak değilsin sen. Bugün bile hatırlıyorum, acemice yazdığım bu dizeleri ve devamını yazdığım kareli defter kâğıdını usulca önüne bırakıvermiştim. Kitaptan başını kaldırmamıştı. İçimden, yazdırıp yazdırıp okumayan öğretmenlerden biri daha işte diyerek dönmüştüm sırama.
Yanıldım. Tek tek okumuş. Teneffüste bahçede dolaşırken beni çağırdı yanına. Önceden şiir yazıp yazmadığımı sordu. Kitap bile okumam, ne yazması hocam dedim. Güldü. Elindeki şiir kitabını uzattı bana: “O zaman bununla başla.” dedi. “Seversen yine gel başkasıyla takas edeyim. Gidebilirsin.” Sevdim. Çok sevdim hem de. Nereden sevdim sevmez olaydım. Bir başkasıyla takas etti. Sonra bir başkasıyla. Sonra bir başkasıyla. Başkasıyla. Başkasıyla. Baktım ki durduramıyorum kendimi. Fizik dinlerken matematikle boğuşurken ordu gibi yükleniyor dizeler zihnimde duramıyorum. Yazdım hem de çok yazdım. Öğretmenimle dergilere yolladık şiirlerimi. Hepsi de yayımladılar. İftihar ediyordu benimle. Ben de kendimle iftihar ediyordum. Ayaklarımın altından dünyanın çekildiğini anlamamıştım daha. Bir süre sonra bir yayınevi düştü peşime. Basalım bunları, dedi. Olur dedim. Yok satmadı tabii ama epey beğenildi. Oldum mu tanınan bir şair? Üniversitede de edebiyat kulüpleri, dergi işleri, sanat sepet derken artık tek düşündüğüm şiir oldu. Gözüm kulağım kapandı. O zamanlar bilmiyordum ve istiyordum. Şimdi istemiyorum.
Gerçeğin bıçak gibi dayanmasını istiyorum artık. Beynimin sokaklarından imgeler çekilsin, geriye mahallenin gürültüsü dolsun. Sevdiğimi alayım istiyorum. O da beni sevsin. Kavuşamamanın hazzını yaşamak istemiyorum şiir için. Ne bileyim. Bunu kimseye diyemiyorum tabii. Yayınevim sürekli dosya isteyip duruyor. Dergilerden zaten rahat yok, abi şiir abi şiir. Kurtulmam lazım bunlardan. Ama nasıl? Düşünmek için dışarı çıktım. Böyle zamanlarda yürüyüş yaparım. Yürüdükçe sağ sol loblar iyi çalışır. Daha mantıklı düşünür insan. Bu da bedava bilgi. Belediyenin yapay yürüyüş parkına attım kendimi. Yapay halı, köpek çişi kokuyordu. Şehir dediğin böyle kokar. İnsana tahammül edemeyen insanlar, köpeklerini sağa sola işeterek onlardan dolaylı intikam alırlar. Şehir dediğin budur. Yürüyüş yapanların ritmine uydurdum kendimi. Nasıl etseydim de kurtulsaydım bu illetten? Kendimi nasıl tedavi etseydim? Sağ sol sağ ol. Hızlan hızlan. Arkadaki adam seni geçemesin hızlan hızlan. Karşıdan gelen kadın bir yerden tanıdık mı? Ben bırakıyorum bu işleri, şiir miir yok desem olmaz. Huylanırlar. Gölge yazarı mı vardı acaba derler. Böyle demesinler. İstemiyorum.
Hızlandım. Anam geldi gözümün önüne. Çorbayı karıştırırken içine tam iki koca kaşık tuzu tak diye atıvermişti. Ne yaptın demeye kalmadan gülmeye başlamıştı. “Bu komşulardan rahat yok oğul.” demişti. “Çorban güzel oluyor senin Hatçe diyen geliyor oturuyor. Çorbalarını içip kalksalar. Kalkmıyorlar da. Otur babam otur. Ben şimdi kaldırırım onları tuz çorağını içirip.” Güldüm kendi kendime. Gerçekten de o gün tuzlu çorbayı içtikten sonra gelmediler komşular bizim eve. Ya anamın mesajını aldılar ya da tansiyonlarını yükseltmek istemediler. Canım anam. Keşke bana da bir akıl verseydin. Keşke. Aydınlanınca beynimizin içinde floresan mı yanıyor acaba? Tam öyle oldu çünkü. Evet, evet ben neden böyle yapmıyorum evet evet! Koşarak eve döndüm. Anamın verdiği fikri çok sevdim.
O ilk kötü dizeyi bulmak için tam beş saat uğraştım. Ama buldum. Bulanlar arayanlardır falan filan. İkinci dize daha da zor geldi. Aman Allah’ım ne zormuş kötü şiir yazmak. Ya dedim kendi kendime. Ceza işte sana. Elinde ok, her yerde imge avına çıkarsan olacağı bu. İntikamıdır yarım sevilmiş insanların. Ayağı topal kedinin. Kendi hâlinde yuvarlanan bulutun. Ne nane vardı onları çekip şiirine meze edecek? Oh olsun sana. Bir günün sonunda sadece iki berbat dize yazabildim. Pes etmek üzereydim ki kurtuluşumu düşünüp sabrettim.
Bir gün sonra “Pirensip” dergisinden editör arkadaşım aradı beni. “Yahu” dedi, “Şiirinle sula bizi artık. Kaç sayıdır yollamadın.” Pis pis güldüm. İçimden. “Ne demek Erhancığım,” dedim. “Tabii ki. Çalışıyorum bir şiir üstünde. Size yollayayım onu.” Memnuniyetle kapattı Erhan telefonu. Ne göndersem yayınlardı Erhan. Biliyordum, berbat olduğunu da bilse kıyamazdı bana. Tam aradığım kapıydı Pirensip. Ama şiir yoktu ki ortada. Geri masamın başına döndüm. O gün bulamadım üçüncü dizeyi.
Bir hafta sonunda yaza yaza beş dizelik bir çamur yazmıştım. Aklıma gelen sağlam dizelerle kavga etmekten yorulmuştum. Bu hayat neyi istesek tersini dayatıyordu bize. Akıntının tersine yüzmeyi öğrenmek gerekiyordu o yüzden. Bu kasım gelişmemişti anlaşılan. Direndim ama. Dünyanın en uyumsuz dizeleri için çabaladım. Tiksinsinler benden istedim. Tiksinsinler de kaybolayım, silineyim şairler arasından.
Bir ayın sonunda altı dizeden fazlası çıkmadı. Yıldım kendimden. Ama altı dize de olsa berbat olmuştu. Elime sağlık. Erhan yine aradı. Hadi yolla artık, dedi. Biraz daha uzatsam iyiydi ama kısmet. Yolladım gitti. Elveda Erhan, dedim konuşmamızın bir yerinde. Ne elvedası, diye sordu. Helva diyorum Erhan, dedim. Helva yapıyorum da. Ne elvedası?
Erhan’dan telefon bekledim korka korka. Kısa olmuş bu, uzat der sandım. Aramadı. Bizim çevreden birilerine rastladım arada. Gözlerine baktım. Ne biçim şiir yazmışsın, yakışmadı sana desinler diye bekledim. Demediler. Bir gün kapım çalındı. Kargo geldi. Açtım “Pirensip”. Baktım dergiye hızla. Şiirim. Altı dize küfür gibi duruyordu sayfanın ortasında. Hem de kocaman “Şair G. S.’den Deneysel Bir Şiir Çalışması” başlığı altında. Tahmin ettiğim gibi basmışlardı. Sevindim. Gelsin linçler diye köşeme çekilip beklemeye başladım.
İlk telefon sevdiğim bir şair abimden geldi. Ne yazmışsın be, dedi. Bunca zaman nasıl sakladın sen bu dizeleri oğlum, dedi. Ne saklaması abi, kustum diyemedim. Sustum ve tebriklerini dinledim. Derken bir başkası aradı. O gün tam beş şair arkadaşımdan tebrik telefonu aldım. Birkaç okur da derginin sosyal medyasına övgülerini yapıştırmıştı bile.
Pes etmedim. Didindim başka kötü şiirler için. Olmadı. Bir kırtasiyenin camına konulmuş deftere takıldı gözüm. Yazanı okuyayım diye yuvarlandım hatta. Dizim sıyrıldı. Defterin kapağında şöyle yazıyordu: If not now, when? Ben de bilmiyorum kardeş, dedim deftere. When?