Ünlemi Yanlış Yere Koymuştum

Alime Büşra Hamzayev

Şöyle iki yana kollarımı uzattım, başımı kaldırınca gözlerimi sımsıkı sıktım. Göz kapaklarımı taciz edercesine çalan güneş ışınlarına, cevap vermekte zorlandım. Ardından dudaklarım risoriuslara daha fazla engel olamayarak iki yana uzandı. Edindiğim kocaman tebessümle gözlerimi gökyüzüyle buluşturdum. Rüzgar hafif bir esintiyle elmacık kemiklerimi okşuyordu. Sanırım bu, zihnimi dinlendiren ve aynı zamanda bedenime bu dünyada yaşadığımı hissettiren nadir anlardandı.

“Bugün arkadaş oldum seninle,

göz kapaklarımı zorlandın yaşama hevesinle

öyle söylüyorlardı vadettiklerin farazaydı

fakat bilmiyorlardı, ne kadar muntazam olduğunu”

Öyle aniden dilimden bir şeyler dökülüyor. Adına şi*r diyemiyorum. Sanki şi*r desem, yargılanacağım. Ben hep yazıyorum böyle şeyler. Düz yazıya dökmeyi de deniyorum ama olmuyor. Bana göre bu şi*r! Bana göre bu dizelerin en güzel hali bu! Kimseye aksini kanıtlamak istemiyorum. Tıpkı Edebiyat tarihindeki diğer şairler gibi. Bu edebiyat camiasını asla anlamıyorum. Anlamak istemiyorum. Eğer böyle kalacaklarsa dört duvar ortasında ve bu duvarların boyasını dahi değiştirmeyeceklerse buraya ait olmak istemiyorum, olamıyorum da zaten bu kaçıncı şiirim dergilere gönderdiğim. Neymiş efendim dergilerine münasip değilmiş. Neymiş efendim şiire uygun değilmiş, düzyazı olsa olurmuş. Neymiş çok kafiyeliymiş. Miş de miş yani. Ben ait olmak için çok çalıştım sanırım. Her neyse şu güzelim anımı da bununla bitirmiş oldum. Ellerimi ceplerime sokup içeri geçtim. Bugün izin günüm, tabii oturup masama, dergi araştıracağım. Oturdum, bilgisayarı açıp şiir göndereceğim dergiyi araştırmaya koyuldum. “Yokluk” dergisi. “1998’den beri…” İlk defa görüyordum bu dergiyi. Nasıl dosya gönderebilirsiniz, kısmına bakıyorum. “Gönderilecek şiirler tamamen özgün olmalı, daha önce herhangi bir dergide, kitapta veya dijital platformda yayımlanmamış olmalıdır. Serbest şiir olarak yazılmış şiirlere yer veriyoruz. Şiirler Word (.docx) veya PDF formatında gönderilmelidir. Dosyanın başına ad-soyad, kısa biyografi (en fazla 100 kelime) ve iletişim bilgileri eklenmelidir.” Şiir için gayet geniş bırakılmış bir çerçeve bu. Buraya deneyebilirim. Ne var ki artık adımı bir dergide bir şiirin altında görmek istiyorum. Çevremdeki herkes bunu söylüyor. Ve ben dergilerin beni asla kabul etmediğini kimseye söyleyemiyorum. Prensip olarak göndermediğimi söylüyorum. Çünkü herkes benim çok iyi bir şair olduğumu düşünüyorum. Evet, ben de öyle düşünüyorum. Her anımda bir dize söyleyebiliyorum. İnsanlara dizelerle cevap verebiliyorum. Şimdi yapmam gereken göndereceğim şiirimi Yokluk dergisindeki şiirlere benzetmek. Yapı olarak yani. Sonuçta serbest demiş ama bir tarzı da vardır illaki.

“Dilimde kesikler, dua ederken dökülürdü kelimeler

Ağladığım her gece, misafir kabul etmedi seccadeler

Ben ağlarken bana tek teselli veren

Ocağa koyduğum süt tenceremdi

Yağmur yağardı Ankara’ya

Ben şiirler okurdum dolunay uğramadığı gecelerde

Gözlerimi kapattığımda, giderdim bir bahçeye beyaz elbisemle

Oyuncaklarla konuşur, denizi seyrederdim

Bir çıt sesi duysam dönüş biletim olurdu

Kaç gece o bileti yırtmaya çalıştım

Bir bilsen.”

Böyle bir şiir olmuştu. Gayette iyiydi aslında. Chatgbtye sorduğumda çok beğendiğini söyledi. Yalnız bir de benim çok yalnız olduğumu söyledi. Bu benim biraz canımı sıksa da şiirimi beğenmesine sevindim. Umut da verdi. Bu kez dedi, kesin yayınlarlar. Yazdığım en güzel şiir değildi. En düzgünü de değildi. Ama sahiden iyiydi. İstedikleri formatta hazırlayıp gönderdim maili. Geriye gelecek cevabı beklemek kaldı. Derken mail kutuma bir bildirim düştü. Geçen hafta gönderdiğim Ulubatlı dergisinden cevap gelmişti. Ellerim karıncanlandı bir anda. Göğsümden bir boğazımın duvarlarına çarpan bir yangı oluştu. Gözlerimi kapattım. Ellerimi yana koydum. Derin derin nefes alıp verdim. Kalp ritmimi biraz yavaşlatınca elimi dans eder gibi süzüle süzüle mausa götürdüm. Kendimce o anı zihnime kazımak istiyordum belki. Fakat şu da var insan yalnızsa yaptığı hiçbir hareketin bir anlamı olmasına gerek yoktur. Bunun da yoktu o yüzden rahattım. Tam mausa götürdüm bir anda elimi kendime çektim ve ayağa kalktım hemen bir şarkı mırıldanmaya başladım ve dans ettim. Enerjim iyiydi. Tekrar oturdum maili açtım. Değişen bir şey olmalıydı. Ben hep düşerdim. Düşerdim de oradan hızlıca kalkardım aynı işe yeniden, ilk kez başlar gibi bir umutla başlardım. Bu şiir kabul ettirme olayı da bende aynı böyleydi. Son derece umutluydum yine fakat gelen mail maalesef ile başlıyordu. Hatta “sayın nezim beay” diye yazmışlardı. Yani bütün mail tam bir fiyaskoydu.

Ben de koyuldum yazmaya:

“Sayın Editör,

Şiirimin derginize uygun bulunmaması elbette ki sizin takdirinizdir, buna sözüm yok. Fakat edebiyatın inceliklerini gözetmesi gereken bir dergiden gelen e-postada bu kadar yazım hatası ve özensizlik görmek, doğrusu şaşırtıcı oldu. Bir metni reddederken bile dilin vakarını koruyamayan bir kalem, şiirden ne kadar nasibini almıştır, bilemiyorum. Belki de benim şiirimden önce kendi cümleleriniz biraz redaksiyon görseydi, bu durum daha şiirsel bir nezakete kavuşabilirdi.

Edebiyatın yalnızca seçilmiş dizelerde değil, söyleniş biçiminde de saklı olduğunu hatırlatmak isterim.

Saygılarımla.” diye yazdım, gönderdim. Güzel bir dille neden cevap vermeyecektim ki!

Masamın tam karşısında olan kara listeye yeni bir ad eklenmişti: Ulubatlı. Ve bu dergilerin sayısı on iki olmuştu. Kurtuba, Arayış, Kutlu Dergi, Güvercin Yuvası, Koltuk… Liste oldukça kabarıktı. Edebiyat camiası ne garipti. Hepsi bir din mezhebi gibi. Kendinden olmayanı kabul etmiyordu. Hatta kitap mı çıkaracaksın, dergidekilerle dost olmalısın. Yoksa sen ya acemisindir kitap çıkarmak için ya da derginin bütçesi yoktur bu aralar senin için. Hep dışarda kalır kaliteli yazarlar. Yer bulamazlar. Bir insan için yer bulmak da zordur zaten. İnsan ait olmak ister. Ait olmak için şekil bile değiştirir. Ben böyle bir şair olmak istemedim. Hep de cevap verdim bu insanlara. Dillerini düzelttim. Beni hep yargıladılar.

Ben işe gittim, eve geldim, yemek yaptım, yedim. Tek başımaydım hep. Ve hep dilimde şiirler vardı. Kendimden ya da başkalarından. Eve geldim masaya mum koydum. Loş ışıkta kendime sofra kurdum. Oturdum yemeye başladım. Elimdeki çatalı ve bıçağı hülyalı hülyalı peçeteye koydum. Başımı önce eğdim. Gözlerimi yavaşça kapattım. Adeta süzülüyordum. Başımı hafifçe sağdan yukarı doğru kaldırdım. ve “Unuttur bana birden acıları, güçlükleri/ Dünyam aydınlanır sen güldüğün zaman” dedim. Dilim örgü örüyordu sanki. Sahici bir örgü, işe yarar bir örgü. Gözlerim kirpiklerimi uyanmaya çağırdı ve yavaşça açıldı perdeler. Fakat karşımda kimse yoktu. Karşımdaki tabak öylece duruyordu. Gözlerim kirpiklerimi uyardı. Hissettim bunu. Yağmur yağacaktı birazdan. Durdum öylece. “Harfleri dilime doladın, göğsüme yanık izleri bıraktın.” dedim. Kalktım ve karşımda duran tabağı toparladım.

Günler geçti. Yalnızlık, beni garip bir hâle bürüyeli çok olmuştu. Tek işim dilime gelenleri yazmak ve editörlere göndermekti. Sosyal hayatım yoktu. Herkesten usanmıştım sanırım. Derdi varmış gibi yapanlar cemiyetlerinden. Bunlara ait olmaya çalışmak istemedim. Belki de o yüzden hiç bir yerden kabul alamadım. Neydim ben muhalif miydim. Edebiyat muhalifi. İki ay geçmişti ve Yokluk dergisinden de ret maili gelmişti. Ne yapacaktım ben. Hayatta başka gayem yok gibi davranıyordum. Ama olmalıydı. Bu hayatta bir yerde olmalıydım. Karar vermiştim olacaktı. Bütün dergileri gözden geçirdim tekrardan. Elimde olmayan dergileri aldım geldim eve. Önümde bir sürü okumam gereken dergi vardı. Uzun mesailer harcadım. Dergilerdeki şiirleri bir bir okudum. Okudukça sevmedim. Okudukça anladım. Bu bambaşka bir şeydi “elimi kestim, gök yazı kalemdi” diye dize olur muydu? Olurdu. Ve yayınlamışlardı bunu. Hayret ettim. O an şunu anladım sanırım şiir dedikleri şey gerçekten tdk kurallarına başkaldırmışların anlamsız kelimeler bütünüydü. Fakat benim şiirlerim bu tanıma uymuyordu o halde bu tanıma uyan bir şeyler yazmalıydım.

İzin günümde oturdum ve yazmaya çalıştım. Önce birbiriyle alakasız kelimeler belirledim. “Kalem, soda, turuncu, yolmak.” Önce bunlarla anlamsız bir cümle kurmalıydım. Hatta cümle de olmamalı. “Turuncu alevlerden yoldum” olmaz böyle olmamalı. “Turuncu bir sodaydı.” olabilir gibi geldi ama bu değil aradığım. “Turuncu bir sodaydı, kalem tuttuğum gün.” Vaov bu oldu sanırım.

“Turuncu bir sodaydı, kalem tuttuğum gün

Yoldum ne varsa, mesken de durdu”

Hâlâ fazlaca düzgün görünüyor biraz bozmalıydım.

“Turuncu, bir sodaydı! tuttuğum gün

!kalem yoldum ne, varsa mesken durdu de”

İşte tam olarak buydu. İspanyollardan sonra cümle başına ünlemi ilk düşünen ben olmuştum. Bu kez olabilir gibi hissettim. Chatgbtye sordum. Ve hayatımda ilk kez yapay zeka bir şeyi beğenmemişti. Buna “Afedersin Nazım, bunu duyunca üzülebilirsin ama bu yazdığın en kötü şiir olabilir.” demişti. O an umursamadım. Belki de aradığım şey buydu. Denemeliydim. Büyük bir heyecanla dosyamı hazırlayıp gönderdim.

İşe gittim, eve geldim, yemek yaptım, yedim. Tek başımaydım hep. Ve hep dilimde şiirler vardı. Fakat şiir anlayışım oldukça değişmişti. Artık biraz daha sosyaldim. Eve geldim masaya mum koydum. Loş ışıkta kendime sofra kurdum. Oturdum yemeye başladım. Elimdeki çatalı ve bıçağı hülyalı hülyalı peçeteye koydum. Başımı önce eğdim. Gözlerimi yavaşça kapattım. Adeta süzülüyordum. Başımı hafifçe sağdan yukarı doğru kaldırdım. ve “Gözlerim çatal su bitti dünya aval” dedim. Dilim örgü örüyordu sanki. Sahici bir örgü, işe yarar bir örgü. Gözlerim kirpiklerimi uyanmaya çağırdı ve yavaşça açıldı perdeler. Fakat karşımda kimse yoktu yine. Karşımdaki tabak öylece duruyordu. Gözlerim kirpiklerimi uyardı. Hissettim bunu. Yağmur yağacaktı birazdan. Durdum öylece. “Ağladı tabak, cebim yandı!.” dedim. Kalktım ve karşımda duran tabağı toparladım. Yağmur falan da yağmadı.

Mutfakta uğraşırken telefonuma bildirim geldi. Yokluk dergisiydi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Mail ritüeli falan yoktu artık. Hemen açtım maili ve şöyle yazıyordu. “sAyın Nazım bey şiiriniz yayınlanmaya ugyun görülmüştür. Tebrikler” nasıl yani olmuş muydu sonunda. Evet başarmıştım. Sonunda bir şair olarak şiirim yayınlanacaktı. Birkaç gün geçti iş yerindeyken adıma bir kargo geldi. Şiirimin yayınlandığı dergi gelmişti. Açtım heyecanla. Sayfaları çevirdim ve gördüm:

“Turuncu, bir sodaydı! tuttuğum gün

!kalem yoldum ne, varsa mesken durdu de”

Nazım Nazad

Yazdığım şiiri unutmuştum. Okurken dudaklarım büküldü. Risoriuslarım bu kez tam tersine davet ediyorlardı dudağımı. Gözlerim kirpiklerime haber vermedi bu kez. Gözlerimi kapattım ve ıslandı kirpiklerim. Rahatsız ediciydi. Çoraplı ayağımı ıslak paspasa basmış gibiydim. Ve o ıslak ayaklarla ayakkabımı giymek zorundaydım. Gözlerimi açtım. Korktuğumun başıma geldiğini o an hissettim. Ait olmuştum. Ama hiç istemediğim şekilde. Böyle olacaksam olmayayım dediğim şekilde aittim artık bir topluluğa. Dünyanın en kötü şiiriyle, bütün benliklerimden sıyrılarak, çırılçıplak bir ŞAİR olmuştum. Tebrikler yağardı artık bana. Bir de kitabım çıkardı. Ünlemi yanlış yere koymuştum.