Kalk, hazırlan, işe git. Yolda yürürken aynı virajı aynı açıyla dön. Her seferinde o tümsekte biraz yavaşla. Yavaşlamadığında arabanın altını nasıl vurduğunu hatırla. Yolun sağındaki kahveden çay bardaklarının birbirine çarptığındaki sesi duy ve kahvenin açıldığını anla. Kahveci abi yine aynı masalara çay servis ediyor olsun. Kahveci mi deniyordu? Çay veren abi? Çay veren de ne demek oldu. Çay verenleriniz çok olsun. İlerideki pastanenin ismi çok garip “çift ikizler”. Yani kaç tane var sorgulatıyor. Çift yumurta mı yoksa ikişer tane ikizden toplam dört mü yoksa iki ihtimal birden dört kişi mi? Bu bilgi hiç işime yaramayacak.
Yine aynı sırayla fakat çok nadir değişikliklerle beraber yolu kat edip işime geldim. Sıradan bir hayat. Hayır bunu dememeliydim. Telefonu açtığımda hassas içerik uyarısı vermiyordu artık paylaşımlar. Sıradanlaşan tek şey hayatım mı yoksa gördüklerim de içine dahil miydi? Bir gözü kanla kaplanmış can çekişen bebeği görmemeliydim mesela. Bu kadar aleni olmamalıydı ölümler ya da ben bir başkasının son nefesini bu kadar yanımda hissetmemeliydim. “Bir başkası”. Böyle söylediğim için kendimden utandım. O acıyı hissedemiyormuşum, kalbim katılaşmış hissi verdi. Arabayı park edip masama geçtim. O gün yapılacak çok fazla iş yoktu. Öğleden önce neredeyse hepsi bitti. Arkadaşlarla yemek yemeye çıktık. Yeni açılmış bir lokantaydı. Dürüm istedik fakat soğansız demeyi unutmuştum. Utana sıkıla gelen dürümdeki soğanları ayıkladım. Soğan sevmem. Ne kadar da lüks içindeydim. Utanmalıydım. Soğanı bulamadı birileri veya bulurken öldü. Ölmedi, öldürüldü.
Öğleden sonra masama geçip oturdum. Bir memurun işinin olmaması da neymiş(!) Boşa mı para alıyordum(!) Memurlar da anca yatmıyor mu zaten(!) Kulağıma üflenen bu cümleleri beynimin gıcık bir tarafı bana tekrarlıyordu. Telefonu elime aldım ve yine aynı hareketlerle yüzünü okut, yukarı kaydır, sağa kaydır o dipsiz kuyu uygulamayı bul, gir ve sayfayı yenile. Hastane bombalandı, bir anne dokuz çocuğunu kaybetti, gemi yola çıkmaya hazırlanıyor, kanla kaplanmış bir kamera… Kaydır, kaydır bitmiyordu. Dur, dur artık! Film izlemiyordum, gördüklerim gerçekti. Birileri ben dürümden soğan seçerken öldürüldü. Öyle kolay bir ölüm değil, acımasızca öldürüldü. Telefonu kapattım. Son gördüğüm, erzak taşırken öldürülen o masum çocuğun teşekkürüydü.
Sağ tarafımda iş yerinin otoparkına bakan camı araladım. Nefesim daraldı. O sırada iş arkadaşım elinde o lanet kavimden çıkmış bir içecekle geldi. Sustum. Bu konuda hiç konuşmam ki. Bana aşağılık bir cahillik gibi geliyor birilerini öldürenlere para vermek. “Birileri”. Öyle dememeliydim. Din kardeşim demeliydim. Hâlâ o acıyı hissedemiyorum düşüncesi dolup taşıyordu içimde. Neden yaptığımı bilmeden elime bir kalem aldım ve uzun zamandır açmadığım siyah defterimi açtım. Son yazım sekiz ay öncesine aitti. Sekiz aydır sadece yaşamışım, hissetmeden. Hissetmek yazmaktı çünkü benim için. Ne yazsaydım peki. Masumun öldüğü kapkaranlık bir dünyada kendime pembe bir düş kurup hayallerimden mi bahsetseydim. Kayıtsız mı kalsaydım. Kalamazdım. Artık bana sansür uygulamıyordu içerikler. Ölümler artık çok sıradan oldu. Olmamalıydı. Bedenden ayrılan o kadar ruh var ki. (Altıyüzbin, daha fazlası) Ölen o kadar masum var ki!
Yerdeki kan izlerini hangi yağmur silecek
Hangi rüzgâr geçebilir onca ruhun içinden
Devam etmeliydim fakat niye şiir yazmıştım şimdi? Şiir nasıl bir şey ki ben niyet etmeden kendiliğinden geliyor kalemimin ucuna konuyordu. Konmak bir kuş gibi hafif kaçtı cümleye. Oysa ben bağırmak, bağırmak istiyordum:
Bağırmak istiyorum ve dağları titretmek
En sonunda zalimi kahrolurken seyretmek
Başka dizeye geçmeliydim. Geçemedim. O lanet içecek şişesi bitince yere düştü. Odağım dağıldı. O gün kalemim tekrar yazmak için çabalamadı.
İki ayın ardından yine bir öğleden sonra siyah defterimin varlığını çekmecemde hissettim. Onca yazının içinden elim en son yazdığım, yazmak için başlayıp bitiremediğim, şiire gitti. Aklıma yıllar yıllar öncesi geldi. Küçücük bir bedenin sahil kıyısına vurmuş resmi geçti gitti gözlerimin önünden. O fotoğrafı (önceki cümlede resim dediğimi fark ettim ve keşke resim olsaydı dedim. Keşke birisi çizmiş olsaydı ama yaşanmamış olsaydı.) ilk gördüğümde ağladığımı hatırladım. Ardından fotoğrafı tekrar açmak istediysem de vazgeçtim. Çünkü yine ağlardım.
Elindeki balonunu neden aldılar çocuk
Sen çiçekler içinde oynayacak yaştaydın
Uyuduğunda yalın ayak, çaresiz ve ıslanmış
Uyandığında Cennette masum bir telaştaydın
Hazır kalemimden bir şeyler dökülüyorken devam etmeliydim:
Güneşi selamlayacak hiçbir çocuk kalmadı
Evlerde ışık söndü, sokakları çaldılar
Bu dizelerin devamını memuriyet hayatımın işleri doldurduğu için o gün devam edemedim. Üç hafta sonra yine telefonda gezinirken ölüm yıldönümüne rastladığım o güzel yüzlü kız için dizelerimi beklettiğimi bilmiyordum elbette.
Sessizlik ateşine direnen Ayşenur’a
Bir zeytin ağacının altında ağladılar.
Ardından defteri kapattım. Ve dünyanın telaşı bana şiiri unutturdu.
Yaklaşık iki ay sonra işyerimin camından gecesinde yağmur yağdığı için buram buram toprak kokan şehir tertemiz gözüküyordu. Bu dingin hava biraz buruktu ve baharın bitişini hatırlattığı için içimde bir ayrılık hissi uyandırıyordu. ne şiirsel konuşmuştum. Şiirsel… Şiir… Siyah defterimi çekmecemden çıkarıp şiire bir göz attım. İçimde sanki birisi ben yokken defteri açıp şiiri tamamlayacakmış gibi bir merak uyandı. Yersiz bir meraktı. Kimse şiir yazdığımı bilmezdi ve hayatım bir başkasının bu defteri açıp okuması için yeterince merak uyandırıcı değildi. Kalemi elime alıp devam ettim:
Yetim bir vicdan için tüm insanlık ağlasa
Her bir gözyaşını bir Ebabil taşır mı
Sel olup taşsa artık özgürlük nârâları
Hanzala çevirir mi bir kez olsun başını
Aslında beğenmedim. Düzensizdi ve kendime açıklayamadığım bir şekilde yetersizdi. Düşüklük vardı. Fakat ben bu şiiri ne için yazıyordum ki? Beğenilsin diye mi? Elbette birisi okuduğunda beğensin isteyecektim ancak bu cümleleri öylece bir beğeni için de yazmamıştım. Sanat sanat için değildi. Sanat olsa olsa masum bir çocuk için olurdu. Haksız yere kim öldürülüyorsa sanat onun için olsundu.
Yine aylardır yaptığım gibi kalk, hazırlan, işe git, aynı yol, aynı insanlar… Rutin bir hayat. Değişmeyen bir şey daha vardı ki o da haberler. Keşke bana şiir yazdıran haberler rutin hayatıma dahil olmasaydı. Keşke anne görebilseydi bebeğinin yürüdüğü, keşke kavuşabilseydi adam sevdiğine, keşke o çocuğun kardeşini gördüğü son an ölüm ânı olmasaydı. Varsın şiirim kötü olsundu. En azından denedim, hissetmeyi.
Bıçaklıyor her satır en apansız yerinden
Bir feryattır kopuyor, ağlatıyor şairi
Bir çocuk ölürken annesinin kucağına
O yazıyor dünyanın en kötü ve çaresiz şiirini
~Son~