sekme 1
VE ANLAM DİLDEN TAŞAR
Birkaç güne gideceğim bu şehirden. Sonra uzunca bir zaman gelmeyeceğim. Hayatın karşıma çıkardığı her şey için minnettarım. Herkes için… Onu özleyeceğim. Şimdi de özlüyorum ya, neyse. Şimdi de özlüyorum. Bu kadar yakın ve bu kadar uzakken… Bu onun suçu mu? Bilmiyorum. Ne düşünüyor, ne hissediyor bilmek istiyorum. Neden bu denli kaptırdım kendimi? Neden bu denli sevdim, neden bu denli? Ne ediyorsam kendime ediyorum kendi elimle. Ağlamak istiyorum. Bu şehirden gitmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Bu bir ayrılık mı? Yoksa ufak bir ara mı? Ben yokken onun hayatında neler olacak kim bilir?
Kimler girecek hayatına, kimler çıkacak hayatından? Ben buralarda yokken benim hayatımda neler olacak peki? Aklımda hep söylediklerim ve söyleyemediklerim olacak sanırım. Benden aldıkları ve bana bıraktıkları… Şimdi aramak, aklımda, kalbimde ne varsa hepsini söylemek istiyorum. Çok seviyorum seni, n’olur gitme. Giden benim ama. Ben miyim sahiden giden? Gitmek bedenin gitmesi ise evet, benim giden. Ama şimdi ikimiz de burada, bu kapkara şehirde bir bankta yan yana otururken tüm benliğime acı vererek giden kim?.. Ben gönüllüyüm kalmaya, peki sen benim kalmamı istiyor musun? Bu şehri, hatta bu ülkeyi terk etmek senden gitmek değil ki… Nasıl gider insan senden? Bana sensizliği öğretecek bir kitap yok mu? Bir şiir? Sen öğretsen bana sensizliği? Tutsan elimden ve desen ki işte böyle olunur bensiz. İşte böyle…
***
Sabah 7’de uyandı. Bu sabah o sabah, gideceği günün sabahı. Göze almalı mı bir şeyleri? Dürüstçe söylemeli mi her şeyi? Bugün E. ile buluşacak. Kafası çorba. Son buluşma. Belki de ilk. Hazırlanmaya koyuldu. En sevdiği elbise, güneş kremi, hafif allık, maskara, ruj. Bu biraz fazla oldu. Sil. Krem rengi kol çantası. Kitap, telefon, kulaklık, cüzdan. Her şey tamam. Her şey tamam. Tek bir şey hariç. O da bugün ya tamam olacak ya da sonsuza dek eksik kalacak. Maltepe metrosuna çok yakın evi. Yürürken yol üstünde Berdelacuz Sahaf’a uğruyor. Sahibi çok hoş bir ağabey, hep güler yüzle karşılıyor onu. Bir kitap soruyor: Yerçekimli Karanfil. Edip Cansever’i çok seviyor. E.’yi daha da çok. “Yok,” diyor sahaf ağabey, “bizde kalmadı.” Ama dilersen Umutsuzlar Parkı var. Yok ağabey, kalsın, sağ ol. Çıkıyor sahaftan. Metro ile Beşevler’e gidiyor. O taraflarda buluşmak için sözleştiler E. ile. 10.50. 11’de buluşacaklardı. Geç mi kaldı? Geç kalınır mı böyle buluşmaya? 10.58’de geldi E., sarıldılar, oturdular banka. Nasılsın? İyiyim, sen? Ben de iyiyim. Okul bitiyor mu bu dönem? S. hoca geçirirse bitiyor. Hayırlısı olsun. Sağ ol. Konuştular ama sanki yan yana susarak oturan iki yabancıdan farksızdılar. Konuya girmek istedi. Giremedi. Kem, küm. Sen var ya, sen… Yani aslında ben… Ben sana bir şey diyecektim E., uzunca zamandır içimde… Söyle, dinliyorum. Dinliyor musun sahi? Dinliyorum. Uzun zamandır söylemek istiyorum, sanırım sen pek istekli değilsin konuşmaya ama konuşmasam içimde kalacak ve kalbim epey kırılacak. Seni çok seviyorum ben, şu ötüşen kuşlardan daha çok, hatta bir Edip Cansever şiirinden de çok. Sen peki?.. Ben de seni sevdim ama mutlu olamayacağımız açık değil mi? Neden? Öyle işte, belli ki üzeceğim seni. Şimdi üzüyorsun asıl. Hayır, daha da çok… Bu ikimizin iyiliği için. Kusura bakma lütfen. Kusura bakma. Ve E. gider, perde kapanır.
***
Eve döndü. Ne yapsındı ki başka? Akşama uçağı var. Oyalanacak vakti yok. Rahat bir şeyler giydi, valizini aldı ve çıktı. Erkenden varmıştı havaalanına. Birkaç saati vardı. İçi çok doluydu… Bir şeyler yapmak, içini boşaltmak istiyordu. Şiir mi okusaydı? Okumak içine almak demekti. Ama o içindekini dışarı atmak istiyordu. O halde şiir yazmalıydı. ara sıra yazardı zaten… Uçuşuna beş saat vardı. Beş saatte güzel bir şiir yazardı herhalde. Eline minik ajandasını ve kalemini aldı. Dizlerini kendine doğru çekti ve düşünmeye başladı.
Sen benim kalbimi
Kırıp da gittin ya
Ben seni sevdiğimi
Söyleyemem bir daha
Bir saatin sonunda böyle bir şiir yazdı. Ama içine sinmemişti. Hem çok kısa hem de zorlama gibi, duygular akmıyor. Biraz daha uğraştı, uğraştı, uğraştı… Yaklaşık 2 saatini daha verdi. Artık yavaş yavaş pasaport kontrol noktasına geçmesi gerekiyordu. Kaleminden birkaç dize döküldü:
Hatırlıyor musun bir gün
Güneş batıyor, biz bitiyoruz
Yavaşça eksiliyor huzur
Söyle hangimizde kusur?
Akacak sular akıyor durmaz
Peki seni hangi dalga alacak
Gönlümden, bedenimden
Sen benden hep gidensin, hep giden
Olmadı. Olmadı. Olmuyor. Çantasını alıp uçağa geçti. 3 saatlik bir uçuşu vardı. Derhal yazmaya koyuldu. Zihninde bir hırs dalgası yükselmiş ve onun tüm bilincini, iradesini içine katıp götürmüştü sanki. O şiiri yazmalı, kendini anlatmalıydı. Uçuş boyunca yazmaya uğraştı.
Hatırlıyor musun bir akşamüstü
Gün batıyor, sen gidiyorsun, biz bitiyoruz
Yavaş yavaş çekiliyor bedenimizden huzur
Uzaklaşıyor kuş sesleri, söyle hangimizde kusur?
İnsanlar geliyor, gidiyor günlerimden
Hiçbiri dokunmuyor yüreğime
Dokunamıyor, bu çaba nafile
Bense onun kokusunu bekliyorum sessizce
Akacak sular, akıyor, durmaz
Peki ya seni hangi dalga alacak
Gönlümden, aklımdan, bedenimden
Sen benden hep gidensin, hep giden…
Ve ben her duyduğumda adını
Bir dost meclisinde seni hatırlayınca
Soluyor içimde bir hatıra
Sen benden hep gidensin, bense kalan hep sana
Daha iyi. Ama hâlâ kötü. İyi şiir var mı? İyi “söz” var mı? Söz hiçbir zaman yeterli olabilir mi? “Dil anlamı taşıyamaz, anlam dilden taşar.” Okuduğu bir kitapta böyle yazıyordu. Anlam dilden taşar. Gerçekten öyle. Hissettiklerini anlatacak bir şiir yok. Bir söz yok. Bu yüzden bu şiir dünyanın en iyi ve en kötü şiiri. Dilin bir öncesinde bulunan dünyada anlatmak biraz olsun mümkün olabilir. Ama dil ve sözcükler anlamı sadece kısıtlıyor. Ağlayarak kapattı defterini. “Bu duygu bende saklı kalacak. Kimseye anlatamayacağım.” Kimseye. Gerçek yalnızlık. Yalnızlıktan daha gerçek ne var? İniş vakti, kemerleri takalım, masaları kapatıp arkamıza yaslanalım. Ağlamayalım ve tüm olanları kabul edelim. Zira hiç kimse hiçbir zaman hiçbir şeyi anlatamayacak.