Tanıksız

Dilber Yeliz Yılmaz

Kurşuni bir gece yarısıydı. Barış, üniversiteye komşu olan ve vitrininde solgun cilt kapakları asılı fotokopi-cilt atölyesinde yapayalnızdı. O kötü şiir teşhis formundaki kutucukları tek tek işaretlerken tezgâhın mermerine yapışmış kahve halkaları ve klavyenin dibindeki mavi silgi kırpıkları ona eşlik ediyordu. Formda klişe puanı, ritim hatası, kafa karıştırıcı metafor sayısı, gereksiz açıklama gibi ölçütler yer alıyordu. Monitör çerçevesine tutturduğu not gözünü yokladı: “Bugün iyiye kapılarım kapalı.” Şiiri kaleme alırken ilk dizesini ekrana yazdı, dudak kenarı belli belirsiz seğirdi: “Aşk bir trafik lambası, ben hep kırmızıda bekleyen yaya.” Kötü dedikleri şey sahiden ölçülebilir miydi, cetveli nereye koyarsan koy kötü değil miydi? Göz pınarlarına sürdüğü siyah boya gözünü yaşarttı, başını kaldırmamak için sürmesini tazeler gibi yaptı. Tam karşıdaki duvarda siyah çerçeveli sararmış bir fotoğraf duruyordu. Fotoğrafta genç bir adam, altında iğnelenmiş ödül tarihi. İyi dediğimizin susturduğu kimdir? Barış, iyiye benzeyen her refleksi un ufak etmek için önce ölçüt kurması gerektiğine inanan genç bir adamdı. Ona sorsan ölçütü sabote ederse dizelerin nabzını bozabilirdi. Parmaklarıyla formun kıvrışan kenarını düzeltti. Kötünün de bir standardı olmalıydı. O gece cetveli ters çevirdi.

2008’de taşra fanzininde yayımlanan ilk kötü denemesi post-ironi diye alkışlandığında yüzüğünü başparmağıyla çevirip sayfaya baktı. Kötüyü görmüyorlardı. Bu bir oyundu sanki. 2014’te bir jüri onun yaptığı bozma için hem cesur hem estetik dedi. Oysa Barış sadece ölçüyü kırmıştı; bir dize beş heceydi, öbürü yirmi sekizdi. Takvim yaprakları 2020’yi gösterdiğinde telefonundaki kafiye bulucu uygulamaya bağımlı olmuştu; ekranda “kireç, içeç, seçeç” tarzında absürt öneriler yağdıkça deri kaplı defterine notlar düşüyor sonra o notları da her defasında karalıyordu. Sevgilisi kapıyı çarpıp çıkarken ona demişti: “Artık klişe kokuyorsun.” Barış, çenesindeki sakalı yokladı. İnadı büyüdü, bir gece vakti: “Kalbi kettle gibi dibi hep kireç.” yazdı. Başka bir gece başka bir dize uydurdu: “Gözlerin gibi değil deniz, deniz gibi.” Her kasıtlı olarak kafiye bozduğu yerde, birinin zekice diye parmak şaklatmasına tahammül edemez olmuştu. Bu sene ise kötü şiir yarışmasına yolladığı şiir viral oldu. E tabii Barış’ı tutabilene aşk olsun, ilan panolarında adı yılın keşfi olarak öne çıktı. O gün deri kordonlu saatine uzun uzun baktı. Zaman benle alay ediyor galiba? Deri ipli kolyeyi avcunda sıktı. Toplum kötüyü bir marifet, bir oyun zannediyordu. Oysa Barış için kötü, tesiri sıfırlamaktı. Kriter ve niyet arası uçurum her yıl biraz daha aralandı. Onlar kahkahayı, o suskunluğu işaretliyordu. Bir söyleşide sahneden indirildiğinde alkışlar: “Harika bozma!” sesleriyle yükseldi. Barış kulağında tekrar tekrar çınlayan o sözleri bastırmak için deri kaplı defterinin kenarına siyah tükenmez kalemle bir cümle yazdı: Etki bir tehlike değilse nedir? Sonra cetveli yeniden ters çevirdi. Anladı ki, ne kadar bozarsa o kadar usta sanılıyordu. Asıl arıza tam burada saklanıyordu.

Atölyenin perdesini havalandıran rüzgâr, Barış’ın saçlarının dalgalarını usulca taradı. Cetveli ters çevirdiği o gece, seneler geriye aktı. Mutfaktaki sarı lambanın altında buharı tüten çay, buzdolabına magnetle tutturulmuş şeffaf dosyada bir gazete kupürü, kupürün kenarında annesinin parmak izleri… Ortaokuldan liseye uzanan akşamlardı o zamanlar. Babası o kupürdeki şiirle meşhur olmuş, sonra da evi dize kadar kısa cümleyle terk etmişti. Annesi, tabakları dizerken göz ucuyla kupüre bakardı. Dize, evin içinde perde gibi iniverirdi. O inme, Barış’ın ezberindeydi. İyi şiirin, insanın üzerine böyle gölge düşürdüğünü orada öğrendi. Bu bir tesirdi, hatta temas eden ve geride sessizlik bırakan bir kuvvetti. O günlerden sonra sınıf defterinin kenarlarına hep ritmi bozarak yazdı, beş heceyi üçe kırdı. İmgenin parıltılarını silgiyle toz etti, cümleleri kasıtla düzleştirdi. Çünkü ona göre iyi, tesir ederdi; kötü, etkisizdi. Tesiri sıfıra indirmek, baba sesini susturmanın ikamesiydi. Barış, bedeli erkenden ödedi. Arkadaşları uzaklaştı, konuşmalar kısaldı, kendi sesi bile kendine kısık gelmeye başladı. İyi şiir, bir evi susturmuştu. O, şiiri etkisiz kılmak istiyordu. Bu yüzden yıllara yaydığı işi sabırla bir ritüel gibi kurup bozarak devam ettirdi. Biliyordu, etkisiz bir dize bulursa o gecelerin sisi de ağırlığı da nihayet dağılacaktı.

Alacakaranlık çökerken mezarlığın nemli otları dizlerini ıslattı. Barış, babasının mezar taşına şeffaf dosyaya konmuş bir sayfa bantladı. Sayfada yalnızca bir başlık bulunuyordu: OKUMA. Başlığın altı boştu, dosya parladıkça boşluk daha da belirginleşiyordu. “Etkisiz olsun.” dedi. Ne jüri vardı, ne okur. Ölçüt, form, puan… hepsi taşın sıcaklığında eridi. Erişilmesin diye şeffaf dosyaya koymuş, okunmasın diye başlık atmış, tanık olmasın diye deri kordonlu saati takmıştı. Deri ipli kolyesine dokundu ve bıyıklarına götürdü. Bir adım geri çekildi. O anda cebinde telefonu titredİ, vaktiyle karaladığı bir saçmalığı yılın keşfi seçilmişti. Barış, sürmesi dağılmış gözlerini sımsıkı kapatıp açtı. Telefon ekranını yüzüstü çevirdi, ışık toprağa değmeyince haber de etkisiz kaldı. Kötünün tanımı nihayet yerini bulmuştu. Ulaşılamayan, tesirsiz, tanıksız. Cetveli burada hiç çevirmedi çünkü yanında cetvel yoktu. Yalnızca boşluk, yalnızca taş vardı. Dünyanın en kötü şiiri boşlukla mühürlendi.

Barış, OKUMA’nın altına imza atmadı; çünkü en kötü şiir tanıksızdı.

Ne imza ne de tarih vardı, en kötü şiir okursuz bırakılandı.