terk edilmiş bir şehirden farksız olan demir depolarıma
“Yemiyorsun içmiyorsun. Öleceksin ölecek. Utanıyorum seninle insan içine çıkmaya!” diye haykırıyordu annesi sofrada kızına. Babası o an avurdunun içini ekmekle doldurduğundan bir şey diyemiyordu ama ağzındakileri hızlı hızlı çiğnemesinden gözlerini kızına çevirip durmasından anlaşılacağı üzere bir çift laf da o hazırlamıştı. Kız, önündeki çorbayı ve içine doğradığı ekmekleri kaşıkla bir oraya bir buraya savururken şu anı düşünmüyordu, bu ekmeklerin sevmediği insanlar olduğunu hayal ediyordu. Birazdan boğulacaklardı. Şu irice parça, Sevgi’ydi. Bu sevgisiz kıza bu ismi kim bulmuştu acaba? Tüh, eridi gitti çorbada. Yüzüne bir sırıtış yerleşti ekmek batınca. Hayal etmeye bayılırdı. Babası lokmasını eritmiş, söylenmeye başlamıştı bile. Ama onun sesi uğultu gibi geliyordu kulağına, belli belirsiz mırıldanmalar gibi. “Ee ne olacak hanım şuna bak şun…Babası derler fakir ondan ekme…Bana bak yeminle dışarı çık…” Nuri de battı çorba kâsesinde. Hani karşı komşuları olan, onu her gördüğünde sırıtıp duran, hani lisedeyken serviste saçını çekip canını yakan haşarı oğlan. Bir arkadaşı demişti ki o zaman, bu oğlanlar ilgilerini çekmeye çalıştıkları kızların saçlarını çekerlermiş. Bunu duyunca hiddetlenmişti: “Maymun mu bunlar? Konuşmayı bilmiyorlar mı? Böyle sevgi mi gösterilirmiş?” Nuri de batınca yani ekmek de eriyip gidince ufak bir kahkaha patlattı sofrada. Annesi ve babası ellerinde kaşıkları kalakaldılar. Uykudan uyanmış gibi başını kaldırdığında ona sanki kutsallarına küfretmiş gibi bakan anne babasıyla göz göze geldi. “Tamam kızmayın, şimdi bitiriyorum işte.” dedi çorbaya gömülürken. İştahsızlık ne menem bir şeydir şişmanlar ne bilsindi?
“Beni düşünmenizi anlıyorum. Kızmanıza da sizin açınızdan bakınca hak verebiliyorum. Ama ben yirmi beş yaşındayım. Bu yaşa göre kızsanız nasıl olur?” dedi boş çorba kâsesini öne doğru itelerken. “Doktora gittim işte. Gördünüz. Kansızmışım. İlaçları içiyorum. Ne yapayım daha ha anne? Geceleri gençlerin peşine düşüp vampirler gibi taze kan mı içeyim? Kasaptan ciğer getirip getirip onu mu dişleyeyim? Yoksa doktor bir koca bulayım da böylelikle sınırsız muayene hizmeti ve hastane sponsoru mu bulayım?” Annesinin bunu duyar duymaz gözleri parladı. Küçük tombalak ellerini açtı göğe doğru, öyle içten amin dedi ki görenler, bekar bir doktor ordusunun şu an kızlarını istemek için yola düzüldüğüne yemin bile ederdi. Bunu duaya değil de kâinatın mesajı almasına bağlayanlar; beybi feys, çok da birikimli bir doktorun o an aklına kızın yüzünün kazındığına dair söylenceler çıkarabilirlerdi. Babası bozuldu tabii. Babalar, damat hayallerine kılıç çekip iki el ateş edebilecek varlıklardır çünkü. “Ne biçim konuşuyorsun kız? Biri de amin diyor. Yemek ye yemek. Hanım, buna sabahları memleketten getirttiğim pekmezlerden zorla içiriyorsun. Bizi daha fazla rezil etmesin. Balkona geçiyorum. Bana bir kahve getiriver sana zahmet. Sadık Bey balkona çıkmıştır şimdi. Beni bekliyordur.” Göbeğini de aldı, balkona geçti babası. Annesi eline sofradan birkaç bir şey alıp mutfağa kahve pişirmeye geçti. Sofra yine en iştahsıza kaldı. Adalet bunun neresindeydi? Üstelik zayıflığından utanıyorlardı sanki büyük bir günah işliyor gibi.
Annesi o günden sonra, kocasının da buyurduğu üzere kızına sabahları aç karnına bir yemek kaşığı pekmez yedirmeye başladı. Fahri doktor olan komşularından pekmeze bir iki damla limon sıkarsa daha etkili olacağını duymuştu. Sıktı da. Yer gök şifa doluydu neticede. Limon damlalarından niye gelmesindi? Kız, sabahları öğüre öğüre yedi pekmezi. Ama annesinin çenesini dinlemektense bulantı çekmeyi tercih ederdi. İştahı artmadı, yine sofrada tabağı ve içindekileri uzun uzun inceliyor ağzına götürmeye akıl edemiyordu. Pekmeze güvendiklerinden eskisi kadar üstüne gitmiyorlardı ama. O da rahat rahat ne gemiler batırıyordu çorba kâselerinde.
Ama anne babası baktılar ki kızın benzi hâlâ kum gibi sarı. Geceleri yatmadan da bir başka tür pekmezi suyla bulamaç edip yedirmeye başladılar. Kız, yahu bırakın fena oluyorum bak kusacağım etrafa dediyse de dinletemedi. Bakın ben çocuk muyum hem olmaz böyle dedikçe zorla içirdiler. Kızın artık kâbuslarına gelir olmuştu pekmez. Hatta kara, etli etli üzümler. Rüyasında tam güzelce boylu, buğday benizli, sırma saçlı müstakbeli ona aşkını ilan edecek oluyordu mesela, bir üzüm tanesi oğlanın yüzüne suyunu fışkırtıyor; pekmez şişesi oğlanın üstüne başına boca ediyordu içindekileri. Sevenler, bunların yüzünden kavuşamıyorlardı. Sabaha kan ter içinde uyanıyordu kız. Kalbi de her zamankinden gümbürtülü çarpıyor oluyordu.
Günler günleri, boşalan pekmez şişeleri birbirini kovaladı. Kız, iyi olacağına daha da zayıfladı. Üstelik deli gibi de su içiyordu. Halsizim deyip yatıp duruyordu. Doktora götürmeye ikna edemediler. Daha iyi besleyelim diye gayrete geldiler. İnternetten ot çöp ne buldularsa kattılar kızın yemeğine. Ama pekmez öğününü üçe çıkardılar. Peksimetler de yedirdiler zorla. Bir sabah kız tam kahvaltı sofrasından kalkıyordu ki küt diye yere yıkıldı. Telaşlandılar. Bağırışlar çağırışlar kızılca kıyametler koptu evin içinde. Ambulansın acı sesi mahalleyi inletti.
Sedyeyle apar topar aldılar kızı hastaneden içeri. Sonrası. Sonrası ömrü hastanelerde geçenlerin bileceği türden manzaralar. Soğuk ve soluk bir koridor. Metal sandalyeler. Canından bezmiş gibi dolaşan hastalar ve doktorlar. Saçları nizami topuzlu hemşireler. Akıllarında hastasının sağlam olduğu zamanı düşleyip duran hasta yakınları: “Dün ne iyiydi/Bir ay önce bugün köye gitmiştik beraber, pek mutluydu/ Geçen yıl işe başlamıştı/ İki sene olacak çocuğu olalı/ Seksen yaşında ama daha iki haftaya kadar çok sağlamdı.” Doktorların dediğine göre şekeri çok yükselmişti. Şekeri mi vardı ki?
Üç gün dayanabildi. Doktorun teki feryat edip duran annesinin yanına geldi: “Ne yaptınız da bu kadar yükseldi bu kızın şekeri?” diye sorunca annesinin konuşacak hâli olmadığını fark eden teyzesi yanıtladı: “Kansızdı doktor bey, pekmez yedirdiler bol bol. En sağlıklı şey pekmez.” Doktor, bilim kılıcını kaldırdığında teyzeye acımadı: “Eğer o en sağlıklı şeyi yedirip durmasaydınız bu kızın bugün bir şansı olabilirdi.” dedi. “Cahillik yine bir cana kıydı, yazık.” diye de payladı.
“Takdiriilahi.” dedi, kızın halası gözünün yaşını silerken. “Ne bilsinler yavrum, öyle deme.” Doktorlar böyle lafları hiç sevmezdi genelde. Tam dönüp bir şey diyecekti ki vazgeçti. Yürüdü gitti.
Kızı bir bahar günü öğle vakti defnettiler. Tabutunu taşıyanlar, akşam ölüevinde helvayı kaşıklarken konuşacakları bir şey bulmuşlardı. Manzara, bir film gibi oynamaya başladı kafalarında: Kız ne kadar da hafifti öyle! Sanki bir genç hanım değil de bir bebek vardı tabutta. Hiç mi yemek yememişti? Anası babası hiç mi fark etmemişlerdi? Bu helvanın rengi biraz koyu muydu ne? Fıstığı yanmıştı ondandı ondandı. Demek yirmi beşine bir ay önce girmişti haa vah vah! Ee senin oğlan da yirmi beşti değil mi Halim?
Ölüevinde en önce susanlar, en acılı olanlar olurdu. Helvaların öylece durduğu tabaklarına uzun uzun bakarken uğurladıklarının tenlerine değen toprağı düşlerlerdi o an. Evlatsa ilk adımları düşlenirdi belki. Çocukluk gelip dikilirdi önlerine. Eşse birlikte devrilen acı tatlı günler. İlk evleri belki. Yedikleri ilk akşam yemeği. Annesi ufak hıçkırdı kızın. Elinden helva tabağı düştü. Neye yanacağını kestiremedi. Acı bile netlik isterdi. Tek bir keskin acı, sınırları belli olmayan nice acıdan daha hafifti.