Otomatik kapı hızla açıldı. Süratli, bir o kadar da sinirli adımlarla yeşilli bir gölge Kadir ve Rojda’ya doğru geliyordu. Doktor Serdar, mavi maskesinin lastiğini işaret parmağıyla gerip bıraktı. Soğuk koridorda öfkeli, gri bir ses tonuyla: “Bu adam ölmezdi. Siz… Ne yaptınız?” Rojda, şaşkınlık ve hüznün karışımıyla beraber yüzünü buruşturdu. Kadir’in genzi acıyla yandı, avucunda kırmızı şişe kapağının izi öylece duruyordu. Sol kolundaki bandajın kenarı kalkmış; kola, kolundaki tüylere tutkal gibi tutunmuştu. Rojda’nın telefon ekranı yeşil bir yansımayla aydınlandı. Kilit ışığında yeşil baloncuk, baloncukta “1 sesli mesaj” ibaresi. Rojda, buğulu gözlerle mesaja bakmadan telefonunu çantasına koydu. Şu anki üzüntüsü ona yetiyordu zaten. İki kardeş, tüyler ürperten soğukluktaki sandalyelere yan yana oturdular. Rojda, Kadir’in koluna kaçamak bir bakış yöneltti. Bakışları bandajın altına kadar indi sanki. Usulca yaranın üstünde parmağını gezdirip fısıldadı:
“Sevdiklerimizin yarası kendi canımızda kanarmış, yarana dikkat et ağabey. Mikrop kapmasın. Baran da gitti, artık bir başımıza kaldık bu koca dünyada.”
Kadir’in içinden ılık bir şey geçti o an. Utanç mı yoksa fark edilmenin tuhaf sevinci mi ayırt edemedi. Kapının ardından duyulan bip sesleri, kısa kesik aralıklarla kulaklarına vurdu. Serdar aynı yerde, aynı cümleyi hâlâ söylüyormuş gibiydi. Sözcükler beyaz ama soğuk duvarlardan geri sekerken Kadir, kolundaki bandajın kenarını parmağıyla bastırdı. Yapışkanın cırt sesi kendi gönlüne değmiş gibiydi.
Radyoda Kahtalı Mıçe’nin sesi odayı dolduruyordu.
“Dünya dedikleri mezarlık imiş, bilmem ki ne zaman güldürür beni?” diye eşlik ediyorlardı üç kardeş.
Baran bir anda terlemeye başladı, sonra titreme aldı bedenini. Gözleri halıya takılıp kaydı. Rojda sakince: “Baran’ın şekeri yine düştü.” Buzdolabının üst rafından kolayı kaptı ve Kadir’e uzattı. Kadir, kardeşinin başını dizine koydu; şişeyi eğerek dudaklarına tuttu. Köpük, Baran’ın çenesine aktı ve gömleğine yapıştı. Baran’ın nefesi boğazının bir yerinde hırıltıyla takıldı. Rojda hemen telaşla telefona sarıldı. Aile doktorları olan Serdar’a ekrana bakmadan ses kaydı bıraktı: “Hocam, Baran kötü. Ne yapacağız?” Telefonu sessizdeydi ama farkında değildi. İki kardeş endişe içindeyken ekranda yeşil bir baloncuk belirdi: “Sesli mesaj gönderildi.” Kadir, şişenin kapağını avucunda sıkarak Rojda’ya: “112’yi bekleyemeyiz, hastane on beş dakika arabayla.” İkisi de aynı anda ayağa fırladı. Anahtarı, cüzdanı ve kolayı kapıp omuzlarına birer ceket aldılar. Baran’ı koltuktan kavrayıp koridora sürüklediler. Arabaya bindiklerinde torpidodan buruşmuş bir reçete Kadir’in dizlerine düştü. Kadir umursamadı bile. Trafik ışığı sarıya dönerken gazdan ayağını çekmedi, kırmızılarda durmadı ve devam etti. Kavşağın köşesinde Rojda’nın telefonundaki bildirim kendini yeniden hatırlatıyordu ama telefon sessizdeydi. Kadir direksiyonu yokladı ve aynaya bakmadan: “Dayan Baran, az kaldı.”
Rojda, Baran’ı dizine doğru yatırdı. Elleri onun dalgalı saçlarında ve gür sakallarında hızlı hızlı hareket ediyordu. Rojda, Baran’ın sonuna dek ilikli düğmelerini göğsüne kadar çabucak açtı. Şişenin ağzı, arabanın sarsıldığı taşlı yolda Baran’ın dudaklarına bir kez daha yaklaştı. Baran’ın boğazında bir ses yuvarlandı, çıkmadı.
Acilin kapısı açılırken ardından yakıcı bir beyaz ışık gözlerine vurdu. Apar topar sedyeye alınan Baran’ın göğsü düzensiz aralıklarla inip kalkarken triyaj hemşiresi: “Ağzına hiçbir şey vermeyin, dokunmayın ona. Burada biz varız.”
Oksijen maskesi Baran’ın yüzüne yerleşti, Kadir eğildi ve maskeyi bir an aşağı çekti. Baran’ın ağzından ıslak bir ses yükseldi, dişleri Kadir’in sol kolunu sıyırdı. O anda Kadir’de ince çizgi olarak yoğun bir kan kabardı. Koluna hızlıca yakıcı bir sızı yayıldı. Rojda, Kadir’e fısıldadı: “Dikkat et ağabey.” Üzerlerindeki kola kokusu hastanedeki yemek, antiseptik ve kan kokusuna karışıyordu. Rojda, orada bulunan malzemelerle Kadir’in yarasını gelişigüzel sardı. Başka bir hemşire kapı aralığından seslendi: “Entübasyon seti yan odada, getiriyorum!” Kadir maskeyi düzeltti, yapış yapış parmaklarının izi plastiğe geçti. Az ötede camın ardında Serdar’ın gölgesi hareket etti, cebinden sarkan mavi kalemin ince gölgesi kapı eşiğine yansıdı. Serdar’ın yüzünde yorgun bir öfke vardı. Hemşire, Kadir’in elindeki kola şişesine kısa bir bakış attı. Sonra Baran’ın ağzına uzanan tüpe bakarak: “Burada ağızdan bir şey verilmiyor.” Bu cümle, Kadir’in içine kaya gibi oturdu kaldı.
Kapı yeniden aralandı. Serdar’ın o cümlesi bu kez daha ağır, daha kesik düştü buz koridora: “Bu adam ölmezdi. Siz… Ne yaptınız?” Rojda bakışları yerde, kısık bir sesle doktora: “Hocam, Baran’ın çocukluğundan beri şekeri düşerdi, iyi gelsin diye…” Kadir, maskeyi bir an indirdim demeye yeltendi ama yuttu. Yanlarından geçen hemşire şüpheyle mırıldandı: “Üstünden kola kokusu geliyordu, geldiğinde maskesi boynundaydı.” Diğer hemşire çekmeceyi sertçe kapatıp: “Entübasyon seti şimdi hazır, iki dakika gecikti.” dedi. Serdar ucu kederli yorgun bir öfkeyle iki kardeşe baktı. Kadir’in bandajının yanından ince bir gömlek lifi dışarı sarkmıştı, parmağıyla bastırdı. Yapışkanın cızırtısı içini sarstı. “Ne yaptık biz?” sorusu üçünün arasında görünmeyen bir cam gibi tüm keskinliğiyle durdu, camın öte tarafında bip sesleri ve soluklar vardı.
Rojda çantasından telefonu çıkarıp bildirimdeki yeşil baloncuğa dokundu, bir saat önceye ait zaman damgası parıldadı. Bu mesaj bir ses kaydıydı. Koridora Serdar’ın kendi sesi döküldü: “Rojda, ambulansı bekleyin. Baran’a bir şey içirmeyin. Acile haber verdim, ben sizi karşılayacağım.”
Ses notu biterken Rojda’nın dudaklarına Kahtalı Mıçe’nin nakaratı geldi:
“Dünya dedikleri…” dizesini dua gibi yuttu. Kahroldular. Hastane şimdi daha soğuktu. Dünya başlarına mı yıkılmıştı? Yoksa iki kardeş mi dünyaya fazla geldi o an? Cehalet, iyi niyete gölge düşürmüş ve küçük gecikmelerle beraber Baran’ın hayatına mal olmuştu. Doktor Serdar üzüntüyle başını eğdi. Kadir’in bakışı bandajına indi. Rojda, bandajın ucunu kaldırdı; altından ince bir gömlek lifi çıktı, parmağıyla çekip aldı. Yeni bandajı dikkatle yapıştırdı. İki kardeş, tutunacak yer arar gibi ağlayarak birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Antiseptiğin keskin kokusu ve kola şekerinin yapışkanlığı aralarında kaldı. Gözyaşları hıçkırıklara, hıçkırıkları hastanenin gürültüsüne karıştı. Baran’ın çimen yeşili gözleri şimdi açılmamak üzere kapanmıştı.
Dünyadaki bütün yeşiller griydi artık.