Bembeyaz koridorda, çok ilginç desenler varmışçasına yere bakıyordu. Biraz daha baksa deseni olmayan fayanslarda kesinlikle bazı desenleri görecekti. Adının söylenilmesi ile birlikte fayanslara da kendine de eziyet etmekten vazgeçti ve köklerini bulacağını umduğu odaya geçti. Tek yapması gereken gömleğinin kolunu katlamak ve hemşirenin yarım metrelik iğneyi koluna saplamasına izin vermekti. İğneyi görünce ateşi gören pervane-yok bu olmadı- ya da ateşi gören penguen-belki- ama en çok keklik gören kene gibi hissetti. Kaçmak istedi ama kaçmadı. Yıllarca herkesten kaçtı, kendinden kaçamadı. Şimdi de tüm iğnelerden kaçmış olmasına rağmen bu iğneden kaçamıyordu. Sadece birkaç dakika sürecek bir acıydı. Dayanabilirdi.
“Bu iğneyi damarınıza saplamadan önce bazı bildirimlerde bulunmamız gerekiyor. Acısı en az bir ay sürüyor.”
Tüüüüü hani birkaç dakika sürecekti. İşte şimdi kendini çıkmazda hissediyordu. Düşündü. Otuz beş yaşındaydı. Bu kadar sene kendine tahammül etmişti, bir aylık bir acıya mı tahammül edemeyecekti. Hem bu tahlil sonucunda kesin olarak yerini yurdunu bilecekti.
“Biz elimizden geldiğince kesinlik sağlamaya çalışıyoruz ancak hiçbir sonuç elde edemediğimiz vakalar da oldu.”
Bu teselli de elinde patlamıştı. Bu kadar acıyı bir hiç için yaşamak istiyor muydu gerçekten? Ama bir umudu olacaktı elinde. Hem devlet sonucu kesinleşenlere ait oldukları yere dönebilmeleri için ücretsiz ulaşım sağlıyordu.
“Bu arada devlet tarafından desteklenen ücretsiz ulaşım bugün itibariyle son buldu. Bilginize.”
Sinan sinirlenmişti. Düşündüğü her şeyi bilip tüm tesellilerini yok eden hemşireye içinden çok şey söylemek istiyordu ama o da emir kuluydu neticede. Ona söylenilenleri yapıyordu. O sırada içeriye giren, öfkesini burnunda yaşayan doktor hemşireye çıkıştı.
“Bir kere de söylenileni yap be kızım! Ben mi senin peşinden hatalarını toplamalıyım? Bu son uyarım!”
Evet söylenilenleri de pek yapmıyormuş. Doktor geldiği hızda gözden kayboldu. Hemşirenin gözünde hiç de ciddiye almış bir ifade yoktu. Hissiz ve mimiksiz bir şekilde “İstiyor musunuz?” diye sordu. Sinan’ın bu odaya adım attığı andan itibaren başka bir şansı yoktu.
“Evet lütfen hemen yapın.”
Can acısını kelimelerle ifade etmek pek mümkün değildi. Avazı çıktığı kadar bağırmayı tercih etti. Aynı zamanda alınan kanı izliyordu. Çevresindeki kanlarla bozulmadan alınabilsin diye bu kadar büyük iğne kullandıklarını okumuştu bir yerde. İşlem bitip de iğne vücudundan ayrılınca derin bir nefes aldı. Acı hâlâ onunlaydı ama zor olanı başardığını hissediyordu. Birkaç saat dinlenmesi içim müşahede odasına aldılar. Bir de serum taktılar, vücut daha iyi toparlarmış. Serum damarlarına aktıkça esneme hissine ve en sonunda da uykusuna yenik düştü.
Derin uykusundan uyanıp da kalkmaya çalışınca kolundaki acı kendisini hatırlattı. Hemşire bir ay sürer demişti, yapacak bir şey yoktu. Sonuçların da bir hafta sonra çıkacağını söylemişlerdi. Ama ne olduysa üç gün sonra Sinan’ı aradılar. Acilen hastaneye gelmesi gerekiyormuş. Yol boyunca türlü ihtimaller geçti aklından. Acaba ırkını ararken genetik bir hastalığa mı rastlamışlardı, belki de onu denek olarak kullanmak isteyeceklerdi. Eğer böyle bir istekleri olursa ne demeliydi? Başka bir ihtimalde genleri dünyanın diğer ucunda yaşayan bir ırka ait çıkıyordu. Devlete sayısız dilekçe yazıyordu. Ya ona cevap vermezlerse, dünyanın öbür ucuna nasıl gidecekti? Neyseki yol kısaydı da daha fazla senaryoya gerek kalmamıştı. Hastane merdivenlerini ikişer ikişer çıktı. Doktorun kapısına geldiğinde içerde hasta olduğu için beklemek zorunda kaldı. Bu arada da nefesini toparlamış oldu. Hasta çıkar çıkmaz doktorun odasına daldı ama dalmaz olaydı. Doktor bakışlarıyla onu dışarıya süpürdü. Sonrasında isminin ekranda belirmesini bekledi ve öyle girdi içeriye. Doktorun az önceki bakışlarından eser kalmamıştı, hatta bir tebessüm bile belirmişti yüzünde.
“Evet şikayetiniz nedir?”
“Ben gen sonucum için gelmiştim. Beni aradılar acil gelmelisiniz diye.”
“Bakıyorum. Sinan Beydi değil mi?”
“Evet.”
“Hımmm evet sonucunuz çıkmış. İlginç. Böyle bir şey nasıl olabilir?”
“Noldu doktor bey?”
“Bunu size nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum.”
Sinan’ın hastalık senaryosu yeniden zihninde oynamaya başlamıştı. Doktor daha söylemeden kabullendi.
“Söyleyebilirsiniz, hazırım ben.”
“Yaniii, siz bu test sonucuna göre bu dünyadan değilsiniz.”
“Neeeeee?!”
Hayır, buna hazır değildi. Bu, kabullendiği ihtimal değildi.
“Testler bunu söylüyor.”
“Yanlış olma ihtimali var mı?”
“Bazen hatalar olabiliyor elbet ama onların hata kodu var. Siz hiçbir ırkın sahip olmadığı bir gene sahip görünüyorsunuz. Bu bir hata değil.”
Sinan ne düşünse bilemedi. Ne diyeceğini de haliyle. Sustu kaldı. Suskunluğu iki dakikayı aşınca doktor bey sıradaki hasta için uyarıda bulunmak zorunda kaldı.
“Ben ne yapacağım şimdi?”
“Ayağa kalkacaksınız ve dışarı çıkacaksınız beyefendi.”
“Ben nereye aidim?”
“Şimdilik dışarıya.”
“Benim gidebileceğim hiçbir yer yok mu yani?”
“Burası kalabileceğiniz bir yer değil beyefendi.”
“Ben kime gideyim kime sorayım?”
“Dışarıdaki herhangi birine. Lütfen artık çıkın.”
Sinan kısa süreli şoku atlatınca kendine geldi ve odadan çıktı. Bunda doktorun güvenliği araması da etkili olmuştu tabii. Hastanenin kapısından çıkarken Hikmet dedeyi anımsadı. Gidip sorabileceği tek kişi oydu. Telefonda ismini ararken uzun zamandır aramamış olduğunu fark etti.
“Alo dedem. Nasılsın? Ben Sinan.”
“Vayyy Sinan’ım. Hatırladın demek beni.”
“Dedem kusuruma bakma, haklısın.”
“Haklıyım elbet. Kaç ay oldu uğramadın yanıma.”
“Müsaitsen geleyim mi şimdi.”
“Gelirken baklava da alacaksan olur.”
Hikmet dede cevap bile beklemeden telefonu kapattı. Sinan bu yaşında ona baklava götürmenin hiç iyi olmayacağını bilse de son söz edilmişti artık. Aldı baklavasını çaldı dedenin kapısını. Hikmet dede kapıyı açtığında telefondaki huysuz ihtiyardan eser kalmamıştı. Sinan’ı içtenlikle karşıladı. O gelmeden çay bile demlemişti, baklavalarla birlikte ikram etti. Biraz havadan sudan konuştular, sonra Sinan dayanamadı asıl gelmek istediği konuya giriş yaptı.
“Ben de geçenlerde kan verdim. Gen testi için.”
Gen lafını duyunca dedenin gözleri büyüdü. İçtiği çay genzine kaçtı, baklavalar boğazına dizildi. Sinan doğru yerde olduğunu böylelikle anlamış oldu.
“Sen biliyor muydun?”
Dede bir yudum su içtikten sonra cevap verdi.
“Neyi?”
“Benim ait olduğum yeri.”
“Nereye aitmişsin ki sen?”
“Bilmediğim bir yere.”
“Demek öğrendin.”
Sinan kocaman bir hayal kırıklığı ile kalakaldı.
“Neden söylemedin?”
“Söyleyemezdim.”
“Şimdi anlat o zaman. Sadece bu dünyadan olmadığımı biliyorum. Benim ailem kim?”
Dede elindeki tabağı ve çayı bir kenara bıraktı. Tüm ciddiyetini topladı ve anlatmaya başladı.
“Bundan otuz beş yıl önce bir perşembe akşamı bizim komşudan sesler geldi. Gelinleri hamileydi. Doğumun başladığını anlayınca benim hanım da yardıma gitti. Ben evdeydim. Tek hatırladığım gökyüzü bir anlığına bembeyaz oldu. Birkaç saniye sonra eski haline döndü. Ne olduğunu anlayamamışken komşudan çığlık sesleri yükseldi. Ben de koştum haliyle. Meğer o gökyüzünün aydınlandığı an paralel bir dünya ile bizim dünyamız iç içe geçmiş. O arada bebeği elinde tutan ebe ile paralel dünyadaki aynı durumda olan ebe yer değiştirmiş. Şekil olarak bize çok benziyorlardı ama görünüşte bazı renk farklılıkları vardı.”
“Be-ben o çocuk muyum?”
“Evet. Komşunun gelini seni kabullenemedi. Kendi yavrusunu arayıp durdu. Biz büyüttük seni o yüzden. Büyüdükçe de bize uyum sağladın tamamen bizden biri gibi göründün.”
“Yani annem babam asla ulaşamayacağım bir yerdeler mi?”
“Aslında bir şansın olabilir.”
“Nasıl yani?”
“Seninle birlikte bu dünyaya geçiş yapan ebe sonrasında geri döndü. Nasıl yaptı bilmiyorum. Sadece eğer sen istersen otuz yaşından sonra o dünyaya gidebileceğini söyledi. Nasıl yapacak dedim. Yuvarlak bir aynanın karşısına geçip annesini düşünsün dedi.”
“Yuvarlak bir ayna mı?”
“Evet köşesiz olacakmış.”
“Bunca yıl neden söylemedin?”
“Aklın karışsın istemedik yavrum. Ama madem şimdi öğrenmişsin bildiklerin de yarım kalmasın.”
Sinan hiçbir şey düşünmedi. Hikmet Dede’nin elini öpüp helallik aldı ve bir yerden yuvarlak ayna alıp eve geçti. Aynayı karşısına koydu. Neye benzediğini bilmediği annesini düşünmeye başladı. Birkaç dakika sonra aynada bir kadın vardı. Ağlıyordu. Aynı zamanda da gülümsüyordu.
“Oğlummm.”
Aynada iki görüntü daha vardı. Orta yaşlarda bir adam ve aynı gün doğduğunu tahmin ettiği kendi yaşlarında bir adam. Üçü de ona gülümsüyordu. İçine bir ferahlık doldu. Hikayesinin yeni başladığını hissediyordu.