Horoz nârahân olmamıştı henüz. Mustafa Efendi ansızın gözlerini araladı. Eliyle gözlerinin üzerini bastırılmış halde buldu kendini. Tan yerinin ağarması mukadder idi lakin henüz nurlar zuhur etmemişti. Cümle geceyi taammüden uyuyarak geçirmişti ki gözlerinde bir yorgunluk, bir garâbet hisseder oldu.
“Sebîle! Kalk hele… Vakit girdi girecek,” dese de hatun kişi gürül gürül uyumakta idi.
İbrîği alıp abdest suyu döktü. Ne sağ el istiyordu ne sol el. Elleri garip bir kuvvetle kendi kendine hareket eder gibiydi. Dimağında ne hâlet-i rüyet olduğunu bir türlü hatırlayamadı. Lakin bir ağaç… evet, bir salkım söğüt. Nerede görmüş, ne vakit bilmişti bu ağacı?
Çarığını geçirip cami yoluna revan oldu. Sokakta Hasan Emmi ile karşılaştılar. İkisinin de adeti malûm: küçük adımlarla yavaş yavaş gitmek, her adımda bir sevap ummak. Camiye varıp saf bağladılar, imam efendinin ardına dizildiler.
Namaz esnasında ikinci rekatta imam efendi sanki tüm sureleri ezber etmişçesine uzattıkça uzattı. Mustafa Efendi'nin kalbi açıldı da açıldı. Çocukluğuna, gençliğine, tâ bilinmez bir bahçeye indi gönlü.
O bahçede bir salkım söğüt... Taht-ı pâdişâhî'nin yanı başında. Sanki eliyle dikmiş, elleriyle büyütmüş, kabuğunu soyup yemişti. Yedikçe içindeki sancılar dinmiş, ciğeri ferahlamıştı. Derken bir karga... simsiyah, haşin. Geldi kondu gözünün önüne. Bir sağ elini bir sol elini gözlerine bastı, siper etti. Hasan Emmi yan gözle baktı Mustafa Efendi’ye. Kıyamda elleri ne gezerdi gözlerde?
Namaz nihâyete erince, "Esselâmu aleyküm ve rahmetullah" dedikten sonra hemen kalktı. Yokuşu, caddeyi, aralığı koştura koştura geçti.
Sebîle Hatun hâlâ uykudaydı. Mustafa Efendi, kapıyı ardına dek açtı, vakur bir sesle:
“Hele uyan, karıcığım. Ben payitahtın gölgesine varacağım. Gözümde beliren o ağacı dikeceğim. Bugün benim rüyamın emridir.” Ve çıktı evden, salkım söğüt dikmeye...
Mustafa Efendi, yolda ne bir dükkân gördü ne bir selâm aldı. Ayakları bildiğini yürürdü, gönlü başka âlemlerde sefer eylerdi. Hancıların, seccade satıcılarının önünden geçerken ne fiyat sordu ne gözü ilişti. Kalbiyle yemin etmiş gibiydi: O ağaç dikilecekti.
Sarayburnu’na vardığında rüzgâr, denizden kalkıp gömleğinin içine doldu. Gömleği değil, içindeki sıkıntıyı da savurup götürsün isterdi. Sol koltuğunun altında bir kürek, sağ elinde meşe fidanı. Amma velâkin rüyasında gördüğü salkım söğüttü ya bu, meşeye ne hacet? Ama rüya akıldan değil kalpten gelir, meşeyi aldıysa bir bildiği vardı. Tozlu toprağın ortasında, evvelâ fidanı dikmeye muktedir bir yer aradı. Serin bir köşeye eğildi, küreği toprağa saplamıştı ki bir ses geldi ardında:
“Bre efendi! Ne edersin sen burada?”
Mustafa Efendi irkilip başını çevirdi. Koynunda düdüğü, belinde kamçısı ile bir zaptiye dikilmişti.
“Gördüğün gibi, bir ağaç dikeceğim. Rüyama girmişti. Lâzımdır.”
Zaptiye kaşlarını çattı, burun delikleri kabardı.
“Pâyitahtın arsasına kendi kafana göre fidan mı dikersin? Emir mi aldın? İzin mi var? Kaç yaşındasın da sarayın önüne ağaç dikersin?”
Mustafa Efendi doğrulup küreğe dayandı.
“Yaşım altmış sekiz. Bu ömrün yarısını rüya sananlar bilmez. Lâkin ben bilirim. Bu ağaç dikilecek.”
Zaptiye bir adım ileri attı.
“Sen bana laf mı öğretiyorsun? Derhâl kalk git buradan. Yoksa kodesi boylarsın!”
Mustafa Efendi’nin yüzü kızardı. Elini fidanın gövdesine koydu, gözlerini zaptiyeninkine dikti.
“Eğer bu fidanı buraya dikmezsem, gözüm bir daha güneşi görmeyecek. Kodes de olur, dayak da. Lâkin toprağa kök salacak bu yeşillik sen de görürsün.”
Zaptiye bir an tereddüt etti. Ardından öfkeyle küreği çekip aldı, sapını toprağa vurdu.
“İnat ediyorsun ha! Buyur, kaz! Bakalım ne çıkacak bu işin sonundan.”
Mustafa Efendi hiç laf etmedi. Sırtından ter boşaldı, dizlerini yere koydu. Ellerinin içi toprakla doldu. Küreksiz, tırnaklarıyla eşeledi toprağı. Sol koluyla çukuru açtı, sağ eliyle fidanı yerleştirdi. Zaptiye, önce alayla baktı. Sonra baktı ki bu ihtiyarın gözünde bir ciddiyet var, öyle meczupluk değil. Biraz sustu. Sonra yavaş yavaş uzaklaştı. Mustafa Efendi, toprağı bastırıp fidanın çevresini düzeltti. Matarasından birkaç damla su döktü. Ellerini dizine silip ayağa kalktı.
***
“Duyduk duymadık demeyin! Ulu Padişahımız, Serengetî’nin azîz pederi, memleketin hikmetli reisi Sultan III. Zeynelâbidîn, 35 senelik mübarek saltanatını devrederek dar-ı bekâya irtihâl eylemiştir. Tüm halkı cenaze namazı ve yas merasimi için Sultangâh Câmii’ne, ardından Sarayburnu’ndaki cülûs şenliklerine davet ederiz. Katılım mecburidir.”
Tellâller sokak sokak dolaşıyordu. Nice kadın siyah örtülere büründü, kimi sızlandı, kimi gözyaşı döktü.
Kerime Hanım da vefat haberinden gayrı murad ile siyah cilbâbını giydi. Elini yüzünü örttü, bir Fâtiha üç İhlâs ile eski padişaha duâ edip, tahinli irmik helvasını yiyerek örtüsünü torbasına tıkıştırdı. Torbadan mor saten çarşafını çıkarıp üzerine geçirdi. Caminin karşısında sıralanmış halk at arabalarına doğru ilerdi. "Padişah hazretleri, şenlikler vesilesiyle ahaliye bedelsiz nakil ihsan etmişti. Hoş Kerime Hanım cebindeki üç altını da rica etseler bir saniye düşünmeden verirdi. Çünkü asıl murâdı yas tutmak değil, gönül verdiği o efendiyi, yani Mehmet Efendi’yi, Sarayburnu şenliklerinde bir kere daha görebilmekti.
Ah o Mehmet! kainatın en yakışıklısı. Kaytan bıyıkları sanki bir ok gibi göğsüne saplanmıştı Kerime’nin. O keçi boku gibi kapkara gözleri Kerime’yi aşktan kör etmeye yetmişti. Kalbi yanmış bir mumu andırırdı Kerime Hanım’ın. Gözleri her gece uykusuzdu. Tek bir emeli vardı: o ipek mendil bugün Mehmet Efendi’nin önüne düşecekti.
Şenlik alanına vardığında kalabalık, davul sesleri, macuncular, mehterân... Her biri başka tarafa çekiyordu halkı. Lakin Kerime yalnız bir yöne bakıyordu: Mehmet’e. Her yerde onu gözlüyordu. Nihâyet gördü onu. Yaldızlı kaftanıyla, sırtında kemendî tüfeğiyle, bir ahşap sahnenin önünde durmaktaydı. Halkı etrafına toplamış, ulûfe gibi sözler dağıtıyordu:
“Yiğit olan gelsin! Hedef vurmaya cesareti olan varsa, elmanın altına bir baş lazım! Korkmayan, yüreği olan, buyursun!”
Kalabalıkta bir sessizlik oldu. Kerime o anı beklemişti. Çarşafını havalandıra havalandıra ceylan gibi sekerek Mehmet’in karşısına çıktı.
“Ben senin nişanın olurum. Allah nasip ederse nişanlın....”
Kalabalık bir uğultu ile güldü. Mehmet kaşlarını kaldırdı.
“Korkmaz mısın hatun?”
“Ben sizin gibi yiğide güvenmeyeceğim de... kime edeceğim?” dedi kirpiklerini nazla kırpıştırdı, peçesini hafifçe büzerek. Mehmet bıyıklarını burdu, “Emin misin?”. Kerime bakışlarını kaçırmadan, “Ben zaten vurulmuşum.” Bunun üzerine Mehmet elini tüfengine götürdü. “Öyleyse ağacı sen seç.” dedi. Mertti, centilmenlik kelimesi bu olaydan sonra bulunmuştu. Kerime, usul adımlarla ilerleyip bir meşe ağacının önünde durdu. Gölgesi serindi, kökü derindeydi. Al rengi, ay gibi parlak, irice elmayı iki avucuyla aldı, mendiliyle sildi, başına koydu. Peçesinin altında görünmeyen bir nazlı gülüş. Mehmet nişan aldı. Omuzları gerildi. Tüfek bir can parçasına değil, kadere doğrulmuştu sanki.
Tetiği çekti.
BOM!
Ağacın en yukarısından bir dal, yıllardır kurumuş, güneşte çatlamış, rüzgârla sallanmakta olan o tek dal...
Küt!
Kerime Hanım’ın başına çarpıp onu yere serdi. Kalabalık çığlık attı. Mehmet’in yüzü bembeyaz kesildi. Elinden tüfeği düşürdü. Kerime'nin alnında hafif bir kan izi vardı. Mehmet mendili alıp kanı temizlemeye yeltendi. Peçesi açıldı, dudaklarında bir tebessüm vardı Kerime’nin. Mendil sahibine kavuşmuştu.
Mehmet tutuklandı. İfadelerde tüfek elindeydi, ölümün vakti belirsizdi, dalın düşeceği mi vardı yoksa Mehmet’in kurşununu beklemişti bilinmezdi bilinen tek şey Mehmed’in nişan alamadığıydı.
***
Yirmi sene olmuştu. Bıçkın delikanlı Mehmet, ak düşmüş sakallarıyla koğuşun ağası olmuştu. Vaktiyle bir saray şenliğinde kalbiyle nişan almış, alnına yazılmış kaderle vurulmuştu. Şimdi, her sabah bir tas hoşaf, her gece bir rüya, arada da şadırvana benzer duvarları seyretmekle geçerdi günleri.
Koğuşa “Ağa” denmesi, Mehmet’in hürmet görmesindendi. Yediği dayaklardan değil, yıllar içinde gömleğinden çıkan sabırdan, sakalına sinen suskunluktandı. Gençler gelir gider, Mehmet kalırdı. Onların isyanı geçici, onun sessizliği kalıcıydı. Ama ağaçlardan nefret ederdi. En çok da meşeden. Ne zaman pencereden sızan rüzgârda bir yaprak hışıldasa, Mehmet içinden lanet okurdu. “Ne kıymeti var dallı budaklı durmanın?” derdi. “Eğilip bükülmeyi bile beceremeyen, gölge diye kabus getiren mahluk!”
Bir sabah gardiyan, yeni gelenin adını anons etti: “Zülüflü Yusuf! Koğuş yedide yerin hazır.”
Delikanlının saçı tarak dinlemiyordu. Cezası da hafif sayılmazdı: Padişah arazisinde bir ağacı kesmeye teşebbüs. Bu laf koğuşta fısıltı gibi yayıldı. Bir ağaç için mi girmişti Yusuf içeri? Hem de meşe miymiş? Mehmet, ilk kez o sabah Yusuf’a dikkatlice baktı. Ne bir pişmanlık ne de kibir... Sadece hayal kırıklığı vardı bakışlarında. Yusuf, akşam duasında yalnız kalınca yanına gitti. “Ne ağacıydı o?”, “Meşe. Sarayburnu’nda.” Mehmet’in yüzü karardı. “Neden kestin?”, “Altına seccade sermiştik bir gün. Gölgesi uzadı, bize kadar geldi. “Ne yaman ağaçmış bu?” dedim. Babam da “Kısmet getirmez bu meşe. Dikenin eli de nasır tutmuştur, rızasız dikilmiş belli” deyince... O gece gidip balta vurdum. Gövdesinden kıvılcım çıktı sanki”.
Ertesi sabah koğuşa bir haber geldi:
“Sadrazam affı. Mehmet bin Salih serbest bırakılacaktır.”
Ne Yusuf’un ne Mehmet’in yüzü güldü.
Kapıdan çıktığında gözlerini kamaştıran tek şey gökyüzü değil, Sarayburnu idi. Gitti. Ağacın tam önünde durdu. Yüzüne gölge düşüyordu. Geri bir adım attı. Elinde paslı bir balta.
“Seni buraya dikenin gözü kör müydü de dikti acaba? Sarayburnu dediğin yer koskoca memleketin seyir terası, oraya meşe mi dikilir? Hem de tam şuraya! Hani çınar olsa anlarım, bir ağırlığı vardır... Lakin sen? Kim bilir, hangi aklıevvel ‘yeşillik olsun’ diye düşündü de kazmayı eline aldı. Gölge olacakmış... Gölge değil, bildiğin kara yazı oldun bana! Seni seven sevilmesin, dibine oturan bir hafta romatizmadan kalkamasın! Kim suladıysa, o su içtikçe dili kurusun! Her rüzgâr estiğinde bir yaprağın düşsün ki, azıcık mahcubiyetin olsun!” Mehmet, baltayı havaya kaldırdı. Tam vuracaktı ki, bir ses arkasından yetişti:
“Bre efendi! Ne edersin sen burada? Pâyitahtın arsasına kendi kafana göre ağaç mı kesersin? Emir mi aldın? İzin mi var?"