Bilinmez Nedenlerin Sonuçları

Hacer Uyğur

2000 - Eylül

Pencerenin kenarındaki kasetçalardan yükselen şarkı, ormanın sabah sessizliğine absürd bir tezatlık oluşturuyordu. Orta yaşlarının sonuna yaklaştığı yüz hatlarından anlaşılan bir adam kapıdan çıktı. Elindeki sandalyeyi evin yakınındaki ağacın altına sertçe koydu. Hareketlerinden, yumuşak huylu biri olmadığı anlaşılıyordu. Yeryüzüne hakimiyetini göstermek istercesine kuvvetli adımlarla tekrar evin içine girdi. Bu sefer elinde bir kitap tutuyordu. Gazeteyi okurken yüzündeki çizgiler artıyor gibiydi. Bir süre sadece başlıklara göz gezdirerek gazetenin sayfalarını hızlıca geçti. Sonra birdenbire gözleri büyüdü. Dikkatini çeken kısmı kolayca okumak için yan sayfayı arkaya büktü ve gazeteyi ikiye katladı.

Adam büyük bir dikkatle gazeteye odaklanmışken evden kırklı yaşlarında görünen başka biri çıktı. Kucağında birkaç aylık bir bebeği tutuyor, bebek sızlandıkça hafif hafif sırtını sıvazlıyordu. “Baba” diye seslendi adam. Ama babası duymuyor gibiydi. Gözleri gazetede, çene kasları kasılmıştı. Tüm satırları yutarcasına okuyordu. “Baba?” dedi adam bu sefer daha temkinli bir tonda. Yine bir cevap alamadı. Tam o an kasetçalardan gelen ses kesildi. Sandalyedeki adam birden dünyanın farkına varmış gibi irkildi. Başını kaldırıp oğluna ve kucağındaki torununa baktı. Gözleri öfke ve üzüntüyle doldu. Gazeteyi katlayıp yanına koydu. Ayağa kalkıp torununu kucakladı. Bebek ağlamaya başladı. Adam da bebekle beraber ağladı. Onu göğsüne sıkıca bastırdı. “Bedia’m. Can parçam. Ağlama nolur. Bak ben buradayım.” Diyor, bebeği asla bırakamayacağı bir parçası gibi kucaklıyordu.

Bu sırada oğlu şaşkınlıkla babasına bakıyordu. Sanki karşısında yabancı bir adam vardı. Hayatı boyunca onu hiç böyle görmemişti. Değil bir çocuğa sarılarak ağlamak, kendisinin omzuna kolunu attığını dahi hatırlamıyordu. Sevgi sözcükleri de, herhangi bir yakınlık görmek de imkansızdı. Ne olmuştu? Gözüne yerdeki gazete ilişti. Göreceği şeyden korkarak gazeteyi eline aldı. Büyük bir manşet değildi ama sayfanın en azından çeyreğini kaplayan bir haberdi. “Bedia Abacıoğlu’nun bedeni bulundu.” Hızlıca yazıyı okumaya başladı. “Kısa ancak akılda kalıcı müzik kariyerinden sonra birdenbire ortadan kaybolan B.A.’nın bedeni dün öğlen sularında…”

O haberi bitirirken babasının ağlamaları hıçkırıklara dönüşmeye başlamıştı. Gazeteyi sandalyeye koydu. Kızını almak için babasına uzandı. Önce bir dirençle karşılaştı ama onun bu hamlesi babasının aklını biraz da olsa başına getirmiş gibiydi. Torununun ağlamalarını yeni fark eden adam oğlundan gözlerini kaçırarak sonunda ellerini gevşetebildi. Oğlu bebeği kucağına yerleştirdikten sonra boş kalan eliyle babasını sandalyeye yönlendirdi. Bu hareketi uysal adımlarla yerine geçen babasını biraz daha sakinleştirmiş gibiydi. Yine de hafif hafif hıçkırığa benzer sesler çıkarıyordu. “Sana su getireyim” deyip cevap beklemeden içeriye girdi. Elinde bir bardak suyla döndüğünde babasını boşluğu izler buldu. Ama suyu verdiğinde alıp içecek kadar kendisine gelmişti, bu iyiye işaretti.

Bir süre sessizce oturdular. Bebek bile sanki ortamdaki ağırlığı hissetmiş gibi susmuş, ağzına verilen emziği sakin sakin emiyordu. Adam en son cesaretini toplayıp sessizliği bozdu.

“Annem…”

Babası konuşmaya çalışır gibi ağzını açtı sonra dudaklarından sadece “evet” kelimesi döküldü. Sonra başını elleri arasına alıp tekrar ağlamaya başladı.

2020 – Eylül

Yaptığı seçimden memnundu. Tüm eve kapanmalardan, hastalıklardan, korkulardan uzakta doğanın tadını çıkarıyordu. Virüsün ortaya çıktığı dönemde başta herkesle beraber o da endişelenmişti. Üniversite okuduğu şehirden babası ve üvey annesinin yanına dönmüştü. Dönem sonuna kadar da onlarla yaşamıştı. Ama kısa sürede bu durumun onu yorduğunu fark etmişti. Babasının yeni ailesiyle bu kadar uzun vakit geçirmeyeli çok olmuştu. Onlar öyle davranmasa da bir süre sonra kendisini bir yük gibi hissetmeye başlaması kaçınılmazdı. O da babasını ikna edip ormandaki eve gelmişti.

Çok az tanıdığı dedesinin ormandaki evi artık tamamen onundu. Yıllar önce dedesi evi ona vermek istemiş, babası da bunu desteklemişti. Babası bu evi hiçbir zaman sevmemişti. Dedesi pek sıcak kanlı biri değildi. Yakınlarda pek kimsenin yaşamadığı bu evde onunla kalmasının gerekmesi babası için zor olmuştu herhalde. Hem bu ev birçok kötü anıya da ev sahipliği yapmıştı. Ananesinin ölüm haberini alması, dedesinin ölümü gibi…

Yine de Bedia bunlara takılmamayı tercih ediyordu. Onun için bu ev farklı anlamlara geliyordu. Çocukken her yaz geldiği, ağaçlara tırmanıp doğayı keşfettiği, ağaçların dallarına kurulan hamaklarda sallandığı keyif dolu bir yerdi. Hem dedesi sıcak kanlı biri olmamayı ilginç hayat hikayeleriyle telafi ediyordu. Gerçi ne kadar zorlarsa zorlasın anlattıramadığı bir hikâye vardı. Ananesi. Ömrü boyunca en merak ettiği kişilerden biriydi ananesi. İsminin ondan geldiğini biliyordu. Bunun dışında bildiği tek şey babası çok küçükken ananesinin birden ortadan kaybolduğuydu. Bir de bunun 12 Eylül darbesi zamanında olduğunu biliyordu. Büyük ihtimalle dedesi bu yüzden karısının peşine düşememişti.

İçine bir merak düştü Bedia’nın. Yerinden kalkıp evin içinde ananesine dair ipuçları aramak için çatı katına çıktı. Alt kattaki odaların her yerini ezberden biliyordu artık. Ama çatıya hiç çıkmamıştı. Hava aydınlık olmasına rağmen çatı katı karanlık ve korkutucu görünüyordu. Işığı açtığında her yeri örümcek ağlarının sardığını gördü. Dedesi öleli on seneden çok olmuştu. Herhalde ondan sonra kimse buraya çıkmamıştı. Normalde örümceklerden korkardı ancak bugün merakı baskın geliyordu. Aşağıdan bir süpürge alıp ağları olabildiğince temizledi. Çatı katını dolduran kutuları tek tek incelemeye koyuldu. Resmi belgeler, babasının oyuncakları, dedesinin balıkçılık aletleri derken kilitli bir sandığı fark etti. Elleriyle çevresini yokladığında sandığı kaplayan bezin içine yerleştirilmiş anahtarı buldu. Kutuyu açar açmaz odadaki tüm eşyaların dağınıklığına tezatlık oluşturan özeni fark etti. Tam da tahmin ettiği gibi içinde ananesinin fotoğrafları ve eşyaları vardı.

Günün geri kalanını hem sandıktaki hem de diğer kutulardaki eşyaları inceleyerek geçirdi. Ananesinin yüzü artık aşina olduğu bir yüzdü. Bu his hoşuna gitmişti. Şimdiye kadar ona hiç göstermediği için babasına kızdı. Sonra büyük ihtimalle babasının da annesinin fotoğraflarını pek görmediğini düşündü. Dedesinin bu kadar uzak durduğu bir konuyu babasıyla rahatça paylaştığını sanmıyordu. Bu da dedesine öfkelenmesini sağladı. O anki öfkesiyle sandığı sertçe kapadı. Sandıktan bir şeyin düşme sesi geldi. Tabanı düşmüş gibi bir sesti bu. Ama yere düşen bir şey yoktu. Emin olmak için sandığı kaldırıp baktı ama bir şey göremedi.

Merakla sandığı geri açtı. Alt tabanın bir tarafı düşmüştü. Herhalde yıllarca beklemiş olmanın etkisiyle yerinden çıktı diye düşündü. Sonra dışarıdan herhangi bir oynama olmadığını fark etti. Bu da sandığın içinde ayrı bir boşluk olduğu anlamına geliyordu. Bir anlamı olmayabilirdi ama yine de bir ihtimal farklı bir şey bulabileceğini düşündü. İçerdeki her şeyi tek tek dışarı çıkardı. Sandığın yerinden oynayan tabanını özenle yerinden çıkardı. Bulabildiği tek şey eski bir defterdi. İlk sayfasını açtı. “Sevgilim,” diye başlıyordu defter. Kapatıp sağına soluna baktı Arka iç kapakta ismi yazıyordu. Kalp atışları hızlanmaya başladı.

1980 – Eylül

Hava yağmurluydu. Güneş ortadan kaybolalı çok olmuştu. Bedia elindeki boş bavulla birlikte deliler gibi koşuyordu. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki zihninden geçenleri dahi duyamıyordu. Acele etmeliydi. Kocasının eve geç geleceğini biliyordu ancak vakti de çok fazla değildi. Onu görürse her şeyden vazgeçeceğinden korkuyordu. Ama bu yapması gereken bir şeydi. Kendisi için değil. Oğlu için. Ve onun için. Yanlarında olmaması canlarını yakacak olsa da orada olmasının getireceği zararın yanında esamesi okunmazdı bunun. Bilmemeleri ise… Ne kadar can yakıcı olsa da bilmemeleri en iyisiydi. Böylece aptalca şeyler yapmaz ve onun da aptalca şeyler yapmasına neden olmazlardı.

Böyle olacağını hiç tahmin etmemişti. Bir sanatçı olarak yapması gerekeni yaptığını düşünmüştü hep. Haksızlıklara karşı, kime olursa olsun, gücünün yettiğince yardım etmek. Düsturu buydu. Kocası ona kızardı bazen. “Kendi başını yakacaksın, tabii benim de. Hadi ben seninle yanmaya razıyım da oğlumuz ne olacak?” derdi sık sık. O zamanlar içini bir suçluluk kaplardı. Ama dayanamazdı yine de. Adalet için savaşırken bu benden diğeri değil diyerek ayrım yapamayacağını, görmezden gelirse kendisiyle yaşayamayacağını düşünürdü. Ya şimdi yaşayabilecek miydi? Sevdiği adamdan, canından bir parça evladından uzakta nasıl bir hayat sürecekti?

“Burada kalırsan onlarla mutlu bir hayat sürebileceğini mi sanıyorsun?” demişti telefondaki ses. “Bizden birilerine yardım ettiğin için sana haber veriyoruz durumu. Hem kendini hem aileni kurtarman için. Adın gözaltı listesinde. Ama gözaltıyla yetinirler mi bilemem. Hem de halk önünde bir figüre dönüşüyorsun. Şarkıların da kışkırtıcı zaten. Onlara göre yani. İbreti alem için hem seni hem aileni harcarlar. Biletin hazır. Bu akşam olması gerekiyor. Çok yakında hiçbir yere gidemeyeceksin. Kimse gidemeyecek.”

Eve girdi. O an düşünebildiği kadarıyla önemli olan şeyleri hızla toplayarak bavuluna yerleştirdi. Eşiyle mektuplarının bir kısmı, birkaç fotoğrafları, oğlunun bir tişörtü, bir oyuncağı, biraz para ve kıyafet. Her şeyi hazır olunca sabahtan beri yazdığı ve her şeyi anlattığı defteri kol çantasından çıkardı. Kocasının bir süre sonra bulacağı ama hemen eline geçmeyecek, polisler ararsa hiç bulamayacakları bir yere yerleştirmesi gerekiyordu. Çeyiz sandığının alt tabanındaki hafif oynamayı hatırladı. Oraya koyup yerine oturtursa bir süre sonra elbet tekrar bozulurdu. Şu anki bozulmanın nedeninin içine yerleştirilen ağır eşyalar olduğunu düşünemedi. Kocası orayı hiçbir zaman ağır eşyalarla doldurmayacaktı.

Defteri yerleştikten sonra sıra canını en çok yakan şeyi yapmaktaydı. Bir kâğıda “Yapamıyorum, Üzgünüm.” Yazıp komodine koydu. Böylece kimse farklı bir şeyden şüphelenmeyecekti. Ailesi de şüphe altında kalmayacaktı. Daha fazla oyalanırsa gerekeni yapamayacağını anlayınca kendisini zorlayarak evden çıktı. Gözyaşları durmuyordu.

Hacer. U.