Şubat, 2000
Onunla, o şairle, lisemin en güzel yıllarından birinde ve şehri soğuğun sardığı bir kış akşamı tanıştım. O zamana kadar ismini arkadaşlarım arasında duyduğum şairin şehrimizdeki konferansına aslında yüreğim pek atmadan gitmiştim. Fakat benim için o zamanlar etkinlik olsun, beraberce yapılan güzel bir aktivite olsun yeterdi. Bunu da onlardan biri sanmıştım.
Soğuk akşama doğru kendini iyice hissettirmiş ve bizler de dolmuşla konferansa yetişmeye çalışırken kabanlarımıza sıkıca sarılmıştık. Arkadaşımın hediye ettiği atkıyı boynuma iki kez dolamıştım. O zamanlar atkının ısıtmasının yanında bana kattığı “kuul” bir havası olduğunu da düşünüyordum.
Şairin nâmından dolayı konferans saati gelmeden çok önce insanlar salonu doldurmaya başlamıştı. Biz başlama saatine yakın geldiğimiz için orta sıralardan bir yer bulup yedi kişi yan yana dizildik. Dışarının soğuk havası salona doluşan insan seliyle gitgide kırılıyordu ve ben de sırayla atkımdan, kabanımdan kurtuluyordum.
Nihayet gecikmeli de olsa şair sahneye çıktı ve bizleri selamlayarak konuşmasına başladı. O konuştukça neden onu daha önce tanımadığımı sorguladım durdum. Aslında şiir severdim ve onca şiirsel içerik arasında durup iki dakika bu şairin konuşmasını dinlememiş olmak beni utandırmıştı. Şairin bazı kelimeleri ara sıra silikleşiyor ve ben kendi içimde kendimle bazı hesaplaşmalar yapıyordum. Evet, bu kadar etkilenmeyi ben de beklemezdim ancak dünyanın kanunu bu değil midir, ummadığın şeyleri hep ummadığın zamanlarda yaşardın.
Şair konuştukça konuşuyor, benim onu dinledikçe bana tek düze gelen yaşantımı kendi hayat hikayesiyle tokatlayıp geçiyordu. Dedesinin hayatını anlatmaya başladı. Bu öyle sıradan bir hayat değildi. Acıyla harmanlanmış bir hayattı. Şair konuşurken neden şair olduğunu anlamıştım. Çünkü onun yüreğine dokunan sebepleri olmuştu. Elbet bu sebepler her kişiyi şair yapmazdı fakat şairlerin böyle sebepleri vardı.
Dedesinin dokunaklı hayat hikayesini dinlerken gözümdeki bir tutam yaşı boynumdan çıkarıp kucağıma aldığım atkımın ucuna siliverdim. Yarabbim bu nasıl îmanla geçmiş bir hayattı! Dedesini esir eden Sovyetlerin elinden kaçarken yardım ettiği bir insanın yardımının dönüp dolaşıp dedesini bulmasını anlatmıştı. Olay şöyleydi: Dedesi Sovyetlere esir olmuştu ve esir bulunduğu yerde bir Rus’un hayatını kurtardığı için halk onu sevmişti. Ardından onu ülkesine döndürmeyi talep etmişler ve o da kabul etmişti. O bölgenin çetin kışında yollara düşmüşlerdi. Yol üstünde yoğun karlı bir yolda kızağıyla kara batmış ölmek üzere bir insanın hayatını kurtarmıştı. Aradan bir zaman sonra yolculuk zamanı gelmişti. Planlamaya göre altı vagonlu trenin altınca vagonuna binecekti. Fakat bir adam üçüncü vagondan ona seslenip onu üçüncü vagona almıştı. Tren yolculuk esnasında bir köprüden geçerken köprü yıkılmaya başlamış ve trenin dört, beş ve altıncı vagonu uçurumdan aşağı yuvarlanmıştı. Şair sesi titreyerek devam ediyordu. Dedesi zamanında birinin hayatını kurtarmasaydı ülkesine dönemeyecek ve yine birinin hayatını kurtarmasaydı üçüncü vagonda değil altıncı vagonda olacaktı.
Şair her şeyi anlattıktan sonra biraz duraksayıp benim aklımın bir köşesine kazıyıp sökemeyeceğim bir sözü sarf etti:
Yardım etmek için uzattığınız her el aslında kendi elinizdir.
O gün konferanstan çıktığımızda içimde bir yerlerin acı bir mutlulukla dolduğunu hissetmiştim. Bu mutluluk yaşanılmış zor bir hayata şahit olmuş kimselerin acısını görebilmenin ve onun için bir damla gözyaşı akıtabilmenin buruk mutluluğuydu.
•••
Haziran,2020
Sert geçen bir yaz günüydü. Geceden başlayan yağmur gün ağardıkça şiddetlenmeye başlamış ve şehri boydan boya yıkamıştı. Yaz ayında böylesi bir yağmurun yağması başlı başına hayret konusuydu. Gök bugünün önemini bilmiyormuş gibi yağmurunu bulutlardan acımasızca döküyordu. Bugün üniversite sınavı vardı ve yağmur zaten kalabalık olan trafiği iyice çekilmez hâle getirmişti. Çalıştığım yerin yakınındaki lisede de sınav olacağını bildiğim için bu trafiğin yolun sonuna kadar böyle süreceğini tahmin etmiştim. Yağmur dinmedikçe arabamdaki müziği değiştiriyor sabırla yolun sonunu bekliyordum. Can sıkıntım arttıkça aynadan kırk yaşına yaklaşmanın verdiği beyazlıklarımla selamlaştım. Kırk yaşıma bir sene kalmıştı ama yarın kapımı çalacak gibi bekliyordum onu. Kırk benim için bazı şeyleri bitirmenin ve bazı şeylere başlamanın yaşıydı.
Saçımdaki beyazlar ve radyodaki türküyle yoluma ağır ağır ilerlerken trafik biraz seyreldiği sırada kaldırımdan büyük bir feryat koptu. Yokuş aşağı inip ana yola bağlanmak isteyen bir araç yağmur nedeniyle kaymış ve birisine çarpmıştı. Etrafta başka yaya veya esnaf yoktu. Trafik de açılmaya başladığı için sınava yetişenler hızla gitti. Çarpan araç bile durmadan kaçarak uzaklaştı. Hayır! Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Ne zaman insanlığımızı bu denli dünyalık koşuşturmacaya satmıştık? Arabamı kenara çekip koşarak indim. Yola düşen bu kişi bir oğlan çocuğuydu. Elindeki kimliğe kaleme silgiye bakıp sınava yetişmeye çalıştığını anladım. Başından kan geliyordu ve zorlanarak konuşuyordu.
O gün ambulansla hastaneye yetişmeseydik, o oğlan büyük bir operasyon geçirip hayata pamuk ipliğiyle tutunmasaydı ben muhteşem bir insanla tanışma şerefine erişemeyecektim. On yedi yaşına rağmen sanki uzun yıllar yaşamış gibi konuşuyor, kalbime dokunacak laflar ediyordu. Sonraları onun bir ailesi olmadığını ve akrabalarıyla kaldığı fakat akrabalarının ona sadece yatacak yer temin ettiğini, geçimini bir tamirhaneden karşıladığını, tıp okumak istediğini, çok çalıştığını fakat şimdi sınava girememiş olmanın üzüntüsüyle kahrolduğunu anlattı bir bir. Ben onun yanına gide gele yıllar önce ailesini bir depremde kaybettiğini ve o günden beri başını kendi kendine okşadığını, büyümeden büyümek zorunda kaldığını öğrendim. Altı ay boyunca ona yemek, ilaç, sınav için kitap götürdüm. Ben gidip geldikçe bana içini açtı, beni bir anne bir abla gibi bildi. Bense ondan bu yaşına rağmen verdiği mücadalenin güzelliğini öğrendim.
Yıllar önce yirmi beşimde tam da nişanlanmışken çocuğum olmayacağını öğrenmiş ve kimselere demeden sessizce nişanı atmış ve içime çekilmiştim. Hayatın bana vermediği bir çocuğu başka çocuklarda aradım. Her çocuğun gözündeki ışıltıyı görüp sakladım hafızamda. Asla benim sahip olamayacağım iki heceli statüyü başkalarında gördükçe üzülmek yerine benim yaşadığımı yaşamadıkları için mutlu oldum. Şimdi ise bir çocuğa daha önce kimselere yapamadığım hizmeti yapıyor âdeta kendime çok güzel anne olabileceğimi kanıtlıyordum. Bu süre içinde o da benim içimdeki boşlukları öğrendi. Onun içindeki boşluk nasıl benim içimdekini dolduruyorsa benimki de onun boşluğunu dolduruyordu. Bunu muhteşem zekasıyla sezmişti ve beni annesi gibi görmüştü.
Bir yılın ardından üniversite sınavına girdi ve en iyi tıp fakültelerinden birini kazandı. Gerçekten vefakâr biriydi ve başka bir şehirde olmasına rağmen beni sık sık aradı, yılda bir ziyaret etti. Fakat zaman geçtikçe, ağacın yaprağını bırakıp yenisini çıkartmak için beklemesi gibi eskiyi bir kenara savurduk. Benim işlerim yoğunlaştı, onunsa okulu. Ben hâlâ içimdeki boşluğu hissedebildiğim için onu aradım fakat telefonlarım açılmamaya başladı. Ziyaretler azaldı. Sonra keşke daha önce fark edip bu kadar bel bağlamasaydım pişmanlığıyla onun içindeki boşluğu doldurabildiğini anladım. Onun önündeki hayat benimkinden daha uzun ve doluydu. Bu yüzden beni unutması, benim onu unutmamdan kolay olmuştu.
Bir gün, yine yağmurun yağdığı bir gün, onu tanıdığım günü hayatımdan çıkardım. Bir sahil kenarında anne olamamanın verdiği yalnızlığı bir gence nasıl yüklediğimi fark ettim ve içimde onunla vedalaştım. Hayatımın artık daha yalnız geçeceğini düşündüm. Sonra durdum ve yağmurun kabarttığı denize bakarak idrak ettim: Yalnızlaşmamıştım ben hep yalnızdım. Başkasını hayatıma dahil etmemiştim sadece başkasının hayatına yardım etmiştim.
•••
Nisan,2040
Bütün eşyalar hazırdı ancak ben kendimi doğup büyüdüğüm bu şehirden ayırmaya hazır değildim. Birkaç arkadaşıma veda ettim ve uçağa bindim. Gitmek için oldukça güzel bir gündü. Kalmak içinse fazla hastalıklıydım. Yıllar önce beni çocuk sahibi yapmayan hastalık yaşlılıkla nüksetmiş ve beni yorgun düşürmüştü. Doktorum, henüz elden ayaktan düşmeden ve param pulum yerindeyken yurt dışında önerdiği bir doktora gitmemi önermiş ve ben de neden yaptığımı bilmeden uzun yaşamak adına bu tavsiyeye uymuştum. Sahi bu hayattan ne bekliyordum başka? Beni yeterince yormuştu. Şimdi sessiz sedasız veda etmek gerekmez miydi? İnsandım ve toprağın üstüne tüm gücümle tutunmaya çalışıyordum işte. Asıl tutunmamın sebebini ise Fransa’da öğrenecektim.
Uçaktan indim ve konaklamak için ayarladığım yere ulaştım. Benimle ilgilenecek arkadaşımın da Fransa’da yaşıyor olması büyük nimetti. Ailesi olmayanlar için yaşlılığın ilk zamanlarında yalnız ölmenin idraki korkunç bir hâl alır. Bunu azalttığı için arkadaşıma minnet ediyordum.
Nihayet hazırlıklar tamamlandı ve ben tedavime başladım. Bir ayın sonunda sonuçlar iyi giderken bir anda anlaşılamayan sebeplerle hastalık hızla vücuduma yayılmaya başladı ve benim için dayanılmaz acılara kapı açtı. İki ay daha tedaviye devam ettim fakat doktorum artık yapılan müdahalelerin riskli olduğunu ve risk alamayacağını belirtti. Özetle beni ölüme terk etmişti. Aynı hastanede başka doktor arayışına girdiğimde elli dokuz senelik hayatımın en şaşılacak şeyi oldu ve onu gördüm. Yağmurlu bir sınav günü kaldırımla boylu boyunca uzanıp hayatıma dahil olan o genci. Kendimi bir iki yıl annesi olduğum hayallerine kaptırdığım o çocuğu. Doktor önlüğüyle karşımdaydı.
Onunla karşılaşınca onsuz geçen yirmi yılımın tekdüzeliğine üzüldüm. Hastalık zaten beni eğip bükmüştü ve bir de bu karşılaşma beni hastanenin gri koridoruna yığmıştı.
Gözlerimi açtığımda karşımdaydı ve bana ismimin arkasına “anne” ekleyerek hitap etmişti. Kocaman hastanede benim hastalığımı üstlenen tek doktor o çıkmıştı. Ve benim yıllar önce kaldırımda onu bulup hastaneye yetiştirdiğim kadın olduğumu bilmeden yapmıştı bunu. Vicdan bir kalbe yerleştiğinde tanıdık ya da yabancı bilmeden gösterirdi kendini.
Ona asla benden uzaklaşmasının hesabını sormadım, o da açıklamadı ama dünya için açılan gözlerimin son ânına kadar onun yüzündeki sessiz pişmanlığa şahit oldum. O da benim gibi onca kalabalığın arasında yine yalnızdı ve kocaman dünyada birbirimize anne oğul gibi sarılmıştık.
İki yıl boyunca benim için bütün tedavileri denedi. Bu iki yılda aldığım nefes önceki yıllarıma bedeldi.
Son kez gözlerimi yumduğumda gördüğüm son yüz onunkiydi ve ardından kırk sene öncesine, soğuk bir kış gününe gittim. Konferans salonunu dolduran o sesi işittim: “Başkası için uzattığınız her el aslında kendi elinizdir.”
Hafızamın en derinine işlemiş bu sözü en ücralardan bulup çıkarmıştım.
Yüzümde acı dolu bir mutluluğun tebessümü vardı ve kendime uzattığım eli hayattan sakince çektim.