Bayramın üçüncü günü kapıyı Allah’ın bir kulu çalacak diye beklerken rüzgârın örtük ağıdı mahalleyi şöyle bir yokluyordu. Bunu işitenlerin içlerinden ağlama istekleri dışlarını vuracak oluyordu ki insanların ne diyeceğini düşünerek geçen vakit o ağıdı toprağa gömüyordu sessizce. Tam da göz pınarında yeşeren yaş kendini koyverecekti ki kapı üç kez tıkladı. Oturduğu yerden kalktı, belinin kuvvetini tek ayağına verdi, topalladı, derin bir iç çekti her seferinkinden, terlikleri ayağının biriyle düzeltti, dar koridordan geçerken kütüphanedeki tozlar gözüne ilişti, okumadığı kitaplara şöyle bir baktı, şunları da okumalı boş bir vakitte, diye düşündü, boş vakit desen gırla, sanki çok dolu geçiyor mu ki vaktim de bir de boş tarafı olsun, e ama kabahat kimde belli, çok da konuşmaya gerek yok, şunlardan başlamalı, hah şunlardan, kitaplardan birini eline aldı, birbirine yapışmış sayfaları ayırmakta güçlük çekti, üç çevirdi, beş çevirdi, kitap kurdunun tırtıkladığı sayfada duraksadı, sayfada sağlam kalmış kelimelerden anlamlı olanları seçmeye çalıştı, tek kelime sağlam kalmamıştı, sadece bu sayfada çalışmıştı kurt, 76. sayfa, kitabın kapağını kapatıp açtı, 1989 Ekim.
Kitabı okunmayı bekleyen kitapların arasına, yerine koydu. Kapıyı açtı, kimsecikleri yoktu, bir adım daha atıp etrafta göz gezdirdi, hızlıca geçen bir arabanın eseri olarak bir toz bulutu havaya kalkmış yavaşça yere süzülüyordu, mahalleye sinmiş sarı hüzne karışmayı bekliyordu. Göz pınarlarında bir yaş yeşerdi, burnu sızladı, dudakları titredi, o an her şey gerisin geri dönsün diye nelerini vermezdi. Elinde kapının tokmağı, ayak parmağına gözyaşı damladı. Kapıyı örttü, koridordan geçerken gözüne o kitap çarptı, çekti aldı kütüphaneden. topallayarak salona geçti, oturmaktan aşınmış koltuğuna oturdu. Kapağını çevirdi kitabın. 1989 Ekim.
Bakkal sahibinin şekerler elinden çıksın diye binbir fırıldaklık yaptığı bayram atlatıldıktan sonra mahallenin içine düştüğü durumu herkes fark etmişti. Herkeste derin bir sessizlik beraberinde bir farkındalığı diğer bir deyişle uyanışı, bu da kısa süre sonra alışagelmişliği getirmişti. Yüzyıllardır insanların farklı bir dünyada yaşamadığını tüm insanlar biliyordu ama herkesin dünyası kendineydi. Herkes bir doğum haberi ile bu olayın mucizeviliğine hayranlıkla bakarken bir cenaze evinde dünyanın ne kadar yalan bir mekân olduğunu görüyor ve her hastalık sağlığın duacısı olarak karşımıza çıkıyor. En son ne için gerçekten ağladık? Bilmiyorum. Ağlamaya değer bir şey gerçekte en son ne zaman gördük? Bilmiyorum. Bir sevinci ne zaman paylaştık hakkıyla en son, ya da bir hüznü? Kendimizi düşünmeden kaç dakika geçirdik şunca ömrümüzde?
Necati amcayı evde bulduklarında teni buz gibiymiş. Elinde kitabı, kanepede oturuyormuş dediler. Türlü türlü rivayetler duyduk ölümüyle ilgili; kalp krizi, 77. yaşına basışıyla gelen ruhi bunalım, ki bunun arka planında elinde 77. sayfanın açık kalışı vardı, (Allah aşkına, bu adam neden 76. yaşında bunu yapmadı?), beyin kanaması, iç kanama, zehirlenme… Dil ıslak yerde diye boşuna dememişler. Ama bana soracak olursanız intihar etti. Bunca ömrün böyle bitişi intihara sürüklenmekten başka bir şey olamaz. Aslına bakarsanız bir tevafuktu onun elinde o kitabı tutuşu, sayfanın tümünü kitap kurdunun yemesi. Bu kadar teferruata nasıl sahip bu insanlar?
Necati amcayı en son görüşümde balkonda oturuyordu, yoldan geçenleri izlerken kimisine selam veriyor kimisini görünce içeri kaçıyordu. Bunu nereden mi biliyorum, hep aynı kişileri görünce yapıyordu bunu.
Tam yirmi sene sonra günlüğünü biri geçirmiş eline yıllar sonra nasıl olmuşsa. Yalan doğru O bilir ama neler yazıyormuş içinde; sansasyonel dedikodu malzemeleri varmış söylediklerine göre. Ama asıl görülmesi gereken şeyleri insanlar atlıyor. Boşa kürek çekilmiş bir 77 sene, koskoca 77 sene. Kayda değer bir şey nasıl olmaaz bunca zaman yaşayan insanın günlüğünde? Oysa onu her görüşümde gözlerinden öyle şeyler okunuyordu ki. Onu yaşadığı bu hayat böyle bir sona sürükledi.
Ve ben şimdi onun mezarının başında, şimdi, bu yaşımda anlıyorum. O öldüğünde daha yedisinde bir çocukken, onun günlüğü bulunduğunda yirmi yedimdeyken, şimdi onun koltuğunda kırk yedimdeyken… O gün Necati amca ölmeseydi, daha ölüsü evden çıkmadan hakkında onca şey söylenmeseydi, günlüğü bulunup aslı astarı olmayan şeyler dilden dile uzanmasaydı onu anlamayacaktım.
Onun oturduğu sandalyede otururken, balkondan mahalleyi, mahallelinin suratsız yüzlerini süzerken dillerden dile uzanmış o kirli iplikleri çok net görüyorum. Bu eve bakan uğursuz bakışları. Necati amcanın kitaplığı salonda duruyor öylece, kırk yıl önceki gibi. Hiçbir kitaba el sürmedim. Bu evi kırkıma bastığım gün aldım. İçinde yaşamaya değecek bir ev vardıysa buydu. Necati amca herkesin içine girmesini istediği kalıba sığmadığı için mahallelice dışlandığında tek bir insan arkasında durmamıştı. Bunu evin farklı yerlerinde bulduğum notlardan biliyordum. Gün gün ölüyordu o adam bu evin içinde. Emekli olarak mermiyi ağza vermişti sadece, sonra yavaş yavaş öldü.
Şimdi bu mahalledeki insanların kulaklarına tek tek eğilip anlatmaya çalışsan, bu adamı siz öldürdünüz desen, kim ne anlayacak? Biraz da diğerleri öldürüyor bizi. Necati amca meselesindeki gibi. Hepimiz biraz Necati amcayız.