Düğme

Zeynep Hilal Dike

Zor günler… Oğlum Murat yıllardır askerde. Tezkere vermiyorlar bir türlü. Savaş çıkacak, işler iyice karışacak diye ödümüz kopuyor. Emine Hanım, eşim olur, sağ olsun yoldaş oluyor bana. Murat bizim tek evladımız. Şimdi geride sadece ikimiz kaldık. Belki de Muratım’ızı uzun yıllar daha göremeyeceğiz.

Ben baba mesleği olan terziliği ta on üç yaşımdan beri iyi bilirim. O yıllarda daha basit olan paça kıvırma, bel daraltma gibi işleri yaptırırdı bana babam. Benim çocukluğum yoksulluk içinde geçti. Şimdi de çok farklı değil ya… Hanımıma, Muratım’a hiçbir zaman iyi bir hayat veremedim, hep kendimi suçladım. Emine Hanım varlıklı bir ailenin tek kızıydı. Biz birbirimizi çok sevdiydik de zorla aldımdı babasından. “Vermezsen kaçarım Mahir’e.” diye tehdit etmiş bizimki babasını. Matrak kadın! Kaçardı sahiden, öyle de gözü karaydı. Hey gidi günler… İkimiz de gençtik, körpeydik. Sevince her şey yoluna girer sanıyorduk. Ne yalan söyleyeyim bir gün olsun yuvamızdan saadet eksik olmadı. Yine de hep ayın sonunu zor ettik. Hakkını yiyemem, hiç şikayet etmedi Emine Hanım ama erkeğim sonuçta, erkek adamın bazı sorumlulukları olur. Bir kere çocuğuna oyuncak alırken yarın eve ekmek getirebilir miyim diye düşünmeyecek. Para her şeyi değil ama birçok şeyi satın alır üstadım.

Velhasıl, bizim yan komşu Maide Hanım’ın oğlu evleniyormuş. Benim hanımın düğünde giymek için elbiseye ihtiyacı varmış. Hem koca hem de terzi olarak ona elbise dikmeyi vazife bildim. Eski işlerden kalma 3-4 metre kadar saten kumaş vardı evde, lacivert. Başladım elbiseyi kesmeye. Kestim, biçtim. diktim derken sıra arkasındaki fermuara geldi. O sıralar masanın üstünde duran bir düğme ilişti gözüme. Siyah, eski püskü, boyası yer yer aşınmış bir düğme. Fermuarın üstüne bu düğmeyi de ekledim. Neden mi? Bilmiyorum. Bu düğmeyi bana rahmetli annem vermişti. Verdiği günden beri kullanmaya kıyamamıştım. Verirken “Bu önemli bir düğme, şans getirir, önemli biri için kullan.” demişti. O zamanlar inanmamıştım. Şimdi de inanmıyorum. Ama içimden geldi, bir kere aklıma düştü ya, dikmezsem olmaz. İçim içimi yer. Nihayetinde düğmeyi fermuarın üstüne iliştirdim. Elbise bitince hanım çok beğendi, üstüne de tam oturdu. Gecenin en güzel kadını Emine Hanımdı.

***

Soğuk savaşın üzerinden yirmi yıl geçmişti. Mehmet dükkan dükkan gezmeyi ve eskiye, savaşa dair objeler biriktirmeyi seviyordu. Yirmi yedi yaşında olan Mehmet için savaş dönemi endişe dolu bir rüya gibiydi; hayal meyal hatırlıyordu. Bir sanat okulunda ihtisas yapmıştı, ayrıca sanat tarihi meraklısıydı. Müge adında bir kızla görüşüyordu bir senedir. Yakında evleneceklerdi.

Müge ile tanışmaları tesadüfen olmuştu. Mehmet bir gün aceleyle okula koşarken göz göze gelmişlerdi ilk kez. Afallamıştı, neredeyse dengesini kaybedip düşecekti. Daha sonraları birkaç kez daha karşılaşmışlardı. Mehmet bu kızı sorup soruşturmuş, kimlerden olduğunu öğrenmişti. Hüseyin Ağa denilen bir adamın üç kızından bir tanesiydi Müge. Hüseyin Ağa ise sertliğiyle, aman vermezliğiyle tanınırdı oralarda. Müge’nin de Mehmet’te gönlü olacak ki bu ikisi gizli gizli buluşmaya, konuşmaya başlamışlar. Gel zaman git zaman işleri ciddiye bindirmeye karar vermişler. Ama bu sefer de önlerinde “Hüseyin Ağa” engeli vardı. Müge’nin annesi Hüseyin Bey’e çıtlatmış kızlarını istemeye gelecek aileyi. Hüseyin Bey hiddetle karşı çıkmış. “Benim biricik kızımı, gözümün nuru Müge’yi hangi densiz benden alacakmış, bu ne cüret?” isimli bir destan okumaya başlamış evde. Fakat ne çare, gençler Nuh diyor peygamber demiyormuş. Hüseyin Bey sonunda ikna olmuş, e başka ne yapsındı?..

Bu sırada Müge isteme günü için elbise bakmaya başlamış. Mehmet’le birlikte eski bir kıyafet dükkanına girmişler, ikinci el kıyafetlerin satıldığı bir dükkana. Müge dükkana girer girmez lacivert saten bir elbise dikkatini çekmiş. Arkasında elbiseyle uyumsuz siyah düğme gözüne çarpmış ama bu detayı pek önemsememiş Müge. Bedeni de tam üstüne göre olunca düşünmeden satın almışlar elbiseyi.

Nihayet beklenen gün gelmiş. Müge o gün saten elbisesiyle bir peri kızı gibiydi. Mehmet ise çok kaygılıydı o gece. “Hüseyin Ağa ya kızını vermezse.” diye içi içini kemiriyordu. Ne var ki Mehmet ve ailesi Hüseyin Ağa’nın evine girince beklediklrinden daha sıcak karşılandılar. Mehmet de bu duruma şaşırmıştı.İçeri girdiler, tüm o “isteme oyunu” kusursuzca sahnelendi. Artık oyunun son perdesindeydiler: Her şey Hüseyin Ağa’nın ağzından çıkacak bir lafa bakıyordu. Biraz mırın kırın etse bile “Verdim gitti.” dedi en sonunda, ağzının ucuyla da olsa. Her şey Mehmet’in beklediğinden çok daha kolay olmuştu. Biri bu adama papatya tarlası mı içirmişti?..

***

Tuğçe iki hafta sonra yirmi yaşını dolduracaktı. Birçok insanın aksine yirmi yıla çok şey sığdırmıştı: birçok deneme, yanılma, uzun bir öğrenme serüveni, başarılar ve başarısızlıklar… Çok güzel bir ailesi vardı. Sevgi dolu bir evde büyümüştü. Annesi zamanında kendi diktiği ürünlerle kurduğu tekstil mağazasını işletiyor, babası ise bir okulda resim öğretmenliği yapıyordu. Annesi ile babası, babasının okul döneminde tanışmışlar, tüm engellere rağmen birlikte olmayı başarmışlardı. Tuğçe de sanatla iç içe olan bu ailede örgü ören, resim çizen bir kızdı ama en büyük meziyetleri bunlar değildi: Tuğçe bir matematikçi adayıydı. O küçüklüğünden beri matematik âşığıydı. Şimdilerde lisans eğitimini alıyor, birf yandan da kendini geliştiriyordu.

O sıralar üzerine çalıştığı bir teorem vardı. Anlamak için çok çabalamıştı. Şimdi ise ispatını anlamaya çalışıyor, fakat ne yaparsa yapsın, hangi kitabı okursa okusun anlamıyordu. Tuğçe dikkatli ve şüpheci bir matematikçi adayıydı. Oldukça zekiydi, zihni matematiksel kavramları adeta yutuyordu. Bu teorem üzerinde bu kadar ısrarcı olmasının sebebi teoremin çok geniş bir uygulama alanının olmasıydı. Bu teoremi gerçekten anlayan neredeyse kimse yoktu Türkiye’de . Ama o gerçekten anlayabilir ve uygulayabilirse… İşte o zaman ülkesinde ve dünyada havacılık alanında bir devrim gerçekleşebilirdi.

Bölümden bir hocası Tuğçe’ye bu konuda yardımcı oluyordu. Hatta bu konuyu birlikte çalışırlarken keşfettikleri daha başka olguları konu ettikleri akademik bir makale bile yayınlamışlardı hocasıyla birlikte. Aradan aylar geçmişti. Şu ana kadar hiçbir matematiksel konsepti, yargıyı anlamak bu kadar uzun zamanını almamıştı. Umudu giderek azalıyordu Tuğçe’nin. Ve tabii hocasının da öyle.Son çare bölümün kütüphanesindeki Almanca kitapları karıştırmaya başladı Tuğçe. Çat pat Almancasıyla kitapları anlamaya çalışıyordu. Çalıştığı konunun olduğu bölümü açtı bir kitaptan, okumaya başladı. O sırada bir sözcük takıldı gözüne: “durchdringung.” Almanca sözlüğü açıp anlamına baktı: “iç içe geçme, nüfuz etme”. O anda zihninde bir ışık yandı: Bu teorem sadece yapıları değil, yapıların birbirine nasıl nüfuz ettiğini anlatıyor. Durchdringung… Her şey birbirinin içine geçiyor. Hocasının yanına gitti koşarak. Heyecanla bulduklarını anlattı.

Bu teorem Tuğçe’nin hayatında ve ülkenin kaderinde büyük değişiklikler yarattı. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.