ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur. Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm.
Kör Baykuş
Sevgiyi uzun uzun seyretmek zannediyorlar. Sevgiyi uzun uzun seyretmek zannediyordu o da. Annem ona bunun böyle olmadığını kısa bakışlarıyla kanıtlamaya çalıştı hep. Babam hiç bakmadı. Yine de o, eğer uzun uzun izlerse çok seveceğini düşünüyordu. Zavallı. Sevmek, hiç öyle bir şey değil ki. Hiç değil ki.
Bir gün kanatlarımızı rüzgâra bırakıp ilk kez uzun mesafeli uçabileceğimizi söyledi annem. Tembihledi: “Güneş batmadan yuvada olun. Acemi olduğunuzu fark eden alıcı kuşlar bir lokmada yerler sizi.” dedi. Korktuk. Neredeyse uçmaktan vazgeçecektim. Ama ona baktım, gözleri o kadar kararlıydı ki içimden geçirdiğimi yuttum. Kimse de duymadı. Korkumuzu belli etmemem gerektiğine inanıyordum o zamanlar. En yakınıma bile belli etmemem lazımdı. Zayıflıktı bu. Hoş, şimdi bile öyle düşünüyorum. Yanlışsa da benim yanlışım.
Yuvadan bin heyecanla ayrıldık. Annemi arkada telaşlı gözlerle bıraktık. Merak etme, güzelce döneceğiz yanına, diye bağırırken sesim titredi. O ise gagasının kenarıyla şöyle bir gülümsedi, ses etmedi. Ne vardı o da deseydi?
Uçtuk uçtuk uçtuk. Tepeleri aştık. Aşağımızdaki köyleri kasabaları, uçsuz bucaksız ormanların uğultularını geçtik. Heyecanımı yenmiştim. Nasılsın, dedim bir ara. Mutlu musun? Şöyle bir dönüp, “Mutluyum.” dedi kısacık. Artist. Acaba başka canlılarda da benim ağabeyim gibi böyle artisti var mıdır diye düşündüm. İllaki vardır. Tabiat, nefes alanlarda kimi açılardan ortak olabilir, öyle ya.
Sonra altımızda yeşillikler, boz ovalar kayboldu. Engin bir mavi ışıldıyordu artık. Annemin ara ara hakkında masallar anlattığı denizdi bu. Öyle derin öyle derinmiş ki içine düşen yüzme bilmezse vay hâlineymiş. Öyle serin öyle serinmiş ki vücudunu hızlı hareket ettirmeyenin de vay hâlineymiş. Tadı tuzluymuş. İçmeye kalkan tükürürmüş. Zaten biz içersek tükenirmiş. Tüketirmişiz içince. Bakan, bakakalırmış. Öylece kalırmış kenarında. Düş kurdururmuş, bu yüzden de tehlikeliymiş. Annem, gerçekten kopmayın evlatlarım derdi işte o zaman. Korkardım düş kurmaktan. Gözlerimi iyice açardım ürkerek. Ama ağabeyim. Omuz silkmişti bir keresinde: “Ben kuracağım düş. Ne olacak ki? Kurup geri dönerim. Ne olacak ki? Hatta içerim suyundan belki de.” diye diklenmişti anneme. Artist, söylemiş miydim? Annem, “Dönmene ya izin vermezse düştekiler?” demişti. “İzin istemem ki.” demişti yanımızdan uzaklaşırken. Artist.
Denizi görünce büyülendik. Az daha düşüyorduk ikimiz de. Kendimizi toparladık, kenarında bir ağaca konduk. “Ne güzel.” diye mırıldandım. “Muhteşem.” diye yankı buldu dediğim. Ağabeyim gözünü kırpmadan denizi izliyordu. Taş kesilmiş gibi öylece bakakalmıştı. Ama ben ondan çabuk toparlandım. Bir de akılcı davranır. “Susadım.” dedim. “Galiba gidip içeceğim biraz.” Hemen kendine geldi, kanadımdan yakaladı. “Olmaz.” dedi. “Kurutursun olmaz.” “Saçmalama,” diye tersledim. “Anneler masalcıdır. Masal o. Susadım.” Hiddetlendi: “Ondan bir damla içtirmem sana.” dedi. “Yürü, yuvaya dönüyoruz. Seni bırakıp geri döneceğim.” Arkamıza baka baka yuvaya döndük. Kana kana su içerken denizi anlattım anneme. Ağabeyim sustu. Ertesi sabah da erkenden yine denize uçmayı teklif etti bana. Gönülsüz kabul ettim.
Deniz kenarına erkenden vardık. Aynı ağaca tünedik. Ne kadar oturduk bilmiyorum, ağabeyime baktım gözünü bile kırpmıyordu. “Gözün mü ağrıyor? Niye öyle donmuş gibisin?” diye sordum. “Baksana, çok güzel. Sevdim onu galiba.” dedi. “Gözümü ayırırsam kaybolur.” Sevmeyi uzun uzun seyretmek zannediyor o. “Ben de sevdim ama gözümü ayırınca kaybolmuyor bak.” dedim. “Hatta galiba kalkıp içeceğim suyundan. Çok susadım çünkü.” “Olmaz,” diye durdurdu beni. “Yuvaya dön o zaman.” diye tersledi. Ben de kızdım o olmadan yuvaya döndüm. Annem hışımla uçtu onu yuvaya getirmek için. Ama ağabeyim gelmedi. Ne o gün ne sonraki günlerde. Denizin kenarında öylece duruyordu. Hem de bir damla su içmeden.
Gagamızda ona su taşımaya çalıştık. Onu da içmedi. Bir gün, tünediği ağacın altında kaskatı kesilmiş vücudunu bulduk annemle. Gözleri iki kara nokta. Annem ağlamadı. Ben ağladım ama. Bir ölüye bir ağlayan yeterdi. Annem kalktı, hışımla kanatlandı. Denizin kenarına geldi. İçmeye başladı. İçti içti. Ben de yanına gittim. Birlikte içtik hınçla. Denizin suları, çekilmeye başladı. Koca su kütlesi, gerçekten de kayboldu gitti bir süre sonra. Annemle ağabeyimi suları çekilen denizin ortasına kadar taşıdık. Onu oraya gömdük. O zaman işte ağladı annem. Umudu tamamen bitince.
Duvar Terbiyecisi
Denizin suları birden çekiliverdiğinde yirmi yaşındaydı. Şimdi kırkına merdiven dayadı Hasan. Balıkçılıkla geçinirdi gençken. Ama işte suları çekilince denizin, mecburen tası tarağı topladılar daha içlere göç ettiler ailecek. Başlarda zorlandılar tabii. Ne de olsa yıllardır balıkçılık yapıyorlardı. Zaman onları da alıştırdı. Bir günde değil, her günde azar azar. Zaman annelere benziyordu. Bu ilacı birazcık içersen iyi olursun, birazcık daha, az kaldı, az daha, az daha derken hop diye iyileştiriyordu. Alıştırıyordu. Hasan da alıştı. Dile kolay, yirmi yıl az mı?
Eskinin balıkçısı, şimdinin duvar ustası Hasan; köy köy dolaşır, ekmeğini tam anlamıyla taştan, harçtan çıkarırdı. Mahirdi. Eli Cenab-ı Hakk katından her şeye yatkındı. Onun geçmişini bilenler, “Denizi kurutmasaydı butimar, senden mahrum kalırdık be Hasan.” diye takılırlardı ona. “Neredeyse şükrediyoruz.” O zaman biraz gururu okşansa da denizi özlerdi Hasan. Elinin altındaki taşlarda denizin serinliğini yakalamaya çalışırdı. Yine de kabullenmeyi iyice öğrendiğinden çabuk toparlanır, ince ince işlerdi duvarları.
Bir gün bir kasabadan çağırdılar Hasan’ı. Üç günlük yol vardı önünde. Katır sırtında aşacaktı yolları. Hanımı azığını ona göre koydu. Çocukları ona göre sarıldılar babalarına. Evdekilerle vedalaşıp ayrıldı sabah namazıyla. Dinlene dinlene vardı. Adımını atar atmaz kasabanın soğukluğunu hissetti Hasan. Onu çağıranların evini bulmakta da zorlandı. Kime sorsa sanki dileniyormuş gibi terslediler. Neyse ki vardı çalışacağı yere. Huysuz ev sahibi, gösterdi duvarın çekileceği yeri. Malzemeleri de yığmıştı kenara. “İki günde bitir.” dedi. “Yemeğini de yatacağın yeri de ayarla.” Hasan, işverene kızdı içinden, köpürdü. Tam sol yumruğunu havaya kaldıracaktı ki komünizmin icat olunmadığını fark edip geri indirdi. İnnallahına sabredip başladı çalışmaya. Gün tamam olunca kasaba misafirhanesini sordu. Oralı olmadılar. Kimsin nesin bilmeyiz, dediler. Ta şu tarafta bir virane var, orada konakla diye yer gösterdiler.
Hasan kasabalının gösterdiği viraneye baktı ki yıkılmak üzere. Uyusam sabaha sağ çıkamam bunun altından, diye düşündü. Hem bencileyin gelenler kalır da dua ederler belki, dedi kendi kendine. Etrafı dolaştı. Başka yıkıntılardan taşlar yığdı. Yerine yarın satın alır koyarım diye çalıştığı yerden de lazım malzemelerden getirdi. Yıkık duvarları gün ağarana kadar elden geçirdi. Virane güneşin ışığıyla yeni doğmuşa dönmüştü.
Uykulu uykulu çalıştı o gün Hasan. Ama mahir elleri, uykusuzken bile takır takır işliyordu. Akşam olunca viranesine geldi sığındı. Bir güzel karnını doyurdu. Temiz bir uyku çekti.
İşini üç günde bitirdi. Parasını alınca viraneye uğradı. Adı böyle kalmıştı ama kendisi artık pek de virane değildi. Bir ihtiyar adamcağız kesti yolunu, “Burayı sen mi hâle vakte koydun?” diye sordu. Başıyla onayladı Hasan. “Buranın sahibi bir iyi adamcağızdı. Gençten öldü gitti. Arkasında iki yetim koydu. Hanımına haber gönderdim burayı görünce. Gelsin sahip çıksın. Yıkılınca buranın iti uğursuzu konardı araziye. Allah muradını versin evlat.” diye dua etti ihtiyar. Kıvandı Hasan. Huzurla ayrıldı kasabadan. Evine vardığında ihtiyarın duasından sebep bıraktığından daha güvenli hissetti yuvasını.
Duy da İnanma
"Duvar ise şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu." (Kehf, 18/82)
Açlıktan nefesimiz kokuyordu ihtiyarın yolladığı çocuk eve vardığında. Yavrularımın ikisi de küçücüktü. Ben Gülistan. Kocamı gencecik toprağa verdiğimde kâkülüme bir tutam ak düşmemişti. Ebe kadın, dış kapıda eli böğründe beliriverince yüreğim çarpmaya başlamıştı. Kocan ölmüş Gülistan, avda yanlışlıkla vurmuşlar dedi bir solukta. Gamsız arpa. Bayılmışım. Gömdüler ikindide. Dul olmak öyle hesaplı kitaplı iş değil. Bir gün ansızın, bir gamsız kapına dayanıverir. Elin ölümünü eteğini sallayarak veriverirler işte böyle.
Viraneye vardım çocuklarımla o gün. Baktım ki eskisinden daha iyi. En azından çocuklarımı büyütene kadar dayanır. Şimdi gelip burada kalacak hâlim yok ya. Anamın yanında az daha dururum, dedim. İnsan anasının yanında da sığıntı oluyor kocası başında olmayınca. Sabrettim. Tam yirmi sene sabır ektim. Yirmi senenin sonunda biçtim. Çocuklarım serpildiler. Elleri iş tuttu. Fakirlik başımızdan ırmadı ama yine de aç kalmadık. Muhannete de muhtaç olmadık şükür. Adını sanını bilmediğimiz bir duvar işçisinin tamir ettiği yuvamıza vardık bir gün. Bakındık dört bir köşesine. “Burası temelli yıkılmayınca bir şeye benzemez ana.” dediler. Malzememizi yığalım, babamın ocağını yeniden tüttürelim. Az daha sabret hele.”
Sabrettim. Sabrettim hem dua ettim. Varı yoğu bir ettik tamamladık malzemeleri. Oğullarım bismillahla vurdular balyozu evin duvarlarına. Duvarlar bir durdu, iki durdu sonra yıkıldı gitti. Temelini de sağlam edelim ana, dediler. Didindik çalıştık. Taşı tokacı boşalttık önce. Kazdılar epeyce. Sonra oğullarımdan biri durdu kaldı olduğu yerde. Burada bir şey var gelin, diye bağırdı. Baktık ki bir çömlek yatıyor evin temelinde. Bakıştık. Yok dedik, olur mu hiç? İçinde kim bilir kumun taşın kaç türlüsü var. Fakirlik işte, hayal de kurdurtmuyor. Oğullarım dikkatlice çıkardılar çömleği yerinden. Ağzındaki küsküyü çıkarıp attılar. Gözümü kapattım o zaman. Şıngır şıngır seslerle, çocuklarımın koca koca kahkahalarıyla açtım gözümü. Yere yığılmış bir sürü altını görünce diz üstü çöktüm kaldım. “Zengin olduk anaa!” diye bağırıyordu yetimlerim tepemde. “Zengin olduk anaa!” Ölmüş kocamı düşündüm. Çektiğimiz sefilliği. Duvar ustasını sonra. O gün elden geçirmeseydi burayı, kasabanın itleri bizden önce bulurlardı bunları. Ahir ömrümü de sürünerek geçirirdim. Şimdi öyle mi ya? Güzelce geçinirlerdi artık. Soyları rahat ederdi. Çekip giderdik artık bu uğursuz topraklardan.
Öyle de yaptık. Üç gün üç gece atlarımızın sırtında gittik gittik. Bir gün bir yerde konakladık. Azığımızı yedik. Yavrularımdan biri dedi ki elini ileri uzatarak: “Burası evvelden denizmiş ana. Aklı kıt kuşlar suyundan içip kurutmuşlar. Ya duy da inanma. Olacak iş değil ya.” Ya, duy da inanma diye tekrarladım. Kaldırdım suyumdan içtim sonra.