Kibrin Avukatlığı

Saliha Çolak

Yaşamında bir amaç bul ve ona göre yaşa, derler. Ama bazen, ancak yaşayıp bitirdikten sonra yaşamının bir amacı olduğunu fark edersin, bu da genellikle hiç aklında olmayan bir amaçtır.

~Ve Dağlar Yankılandı, Khaled Hosseini

Hayat kuşlara, gökyüzüne, ağaçlara baktığımızda bir anlığına özgür ve yaşanılabilir gibi gelir. Hele de bir yaz günü ılık bir rüzgâr ağaçların yapraklarını haşırdatıp ensemize ferah bir his bırakarak geçtiyse bu küçük esintiyi nimet bilip bağrımıza basarız. Fakat aslında içimizde küçük rüzgârın özgürleştiremediği prangalarımız vardır. Çocukken tasasız hayatımıza ergenlikle ilk pranga vurulur. Ardından gençlik yeni hobiler edinmek, gezip yeni yerler görmek yerine iş ve geçim kaygısıyla gelir. Freud’un “Bir gün geçmişe baktığınızda en güzel yıllarınızın mücadele ile geçen yıllar olduğunu göreceksiniz.” sözünü yineleyip dururuz beynimizde fakat mücadelenin ne için ve ne uğruna olduğunu bulmakla geçer asıl yaşanılacak yıllar. Ve insan yaratıcısı tarafından kusursuz şekilde yaratılıp kusursuz evrende yaşarken onca kusuruyla boğuşur. Hayat istemesek de onca kusurumuzla bizi bağrına basar.

Semih de malum gençlik yıllarından nasibi almış ve savrulmuştu. Aslında öylece savrulmadı. Önce çalıştı sonra savruldu. Onu asıl yaralayansa bu oldu. Çalıştığının karşılığını görmek istedi fakat aldığı karşılık çalıştığının sonucu olmamıştı. Hukuk fakültesini kazandığında üç çocuklu ailenin en büyüğü ve sülalesinde hukuk okuyacak olan ilk insan olmanın sevinciyle evde naralar atmıştı. Konu komşu onu zekası ve ilerideki hayatının refahıyla anmaya başlamıştı. Bazı entelektüel komşular okumanın öneminden dem vurmuş, ergenlikte savrulup ilim aşkından nasibini almamış gençlerin yanında Semih’in üniversite hele de hukuk fakültesi kazanmasına gıptayla bakmışlardı. Semih bunca doldurulmuş sözlerin etkisiyle kabardı da kabardı. Sanki ülkenin her dağında hukuk fakültesi yokmuş ve tek hukuk kazanan oymuş gibi davrandı. İşte kibir böyle birikerek büyür ve insanın gözlerini sarardı.

Hukuk fakültesi ise beş yılda bitti. Semih fakültenin dördüncü yılında önceki yıllarda yediği tokadı tekrar yemiş ve yine Ceza Hukuku Genel Hükümler’den kalmıştı. Beşinci yıl allem edip kallem edip bu dersi anlamış ve en yüksek notla dersi geçmişti. Derin bir “Oh!” çekti. Artık mutlu olacağını sandı. Fakat ünlü yazar Emre Ergin’le bir kere sohbet etme şerefine erişmiş olsaydı onun “Fakülteyi bitirince de mutlu olmuyorsunuz.” dediği duyabilirdi. Gerçi duysa da benimser miydi, sağdan girip soldan çıkmasına müsaade etmez miydi muamma.

Semih fakülteyi bitirince ailesi, aradan zaman geçtikçe akrabaları, yol üstünde gördükçe komşuları “Ne zaman çalışacaksın?” sorularını bir ok gibi yöneltti. Semih’in ise üstünde bir kalkanı yoktu, hep geçiştirdi. Ardından stajını başlattı ve o dönem okuduğu onca yılın uygulamadan ne kadar farklı olduğunu gördü. Hukuk aslında teorideki onca bilgiden farklıydı ve Semih bunu öğrenirken de hayat onu tokatlamıştı. Stajı bitince kara kara düşünmeye başladı. Doluya koydu almadı boşa koydu dolmadı, beş yıllık eğitim hayatıyla ne yapacağını bilememek sorusuyla baş başa kaldı. Hakimlik savcılık sınavına üç kez girdi, ikisinde kazanamadı, üçüncüde mülakatta elendi. Bu, onun zaten çevresinin çatırdattığı şevkini orta yerinden kırdı. Üniversitede hocalarının dalga geçerek “Onca sene okuyup mali müşavir mi olacaksınız?” iğnelemeleri artık ona daha çok batar oldu. Mali müşavir mi olacaktı? Mali müşaviri neden küçük görmüşlerdi ki? Çünkü hukuk değerli ve daha üstün işleri hak ediyordu. Pehh! Hukuk değerliydi fakat Semih gereken değeri vermiş miydi? Semih verdiği değeri ölçmeye çalıştı. Çalıştığını kendine ispatlaması gerekiyordu. Arkadaşlarıyla gezdiği zamanları ders çalıştığı zamanlara oranladı. Uyuduğu zamanları uyumadığı zamanlara… Sonra durdu. Kendine neyi kanıtlarsa kanıtlasın çevreye hiçbir şey kanıtlayamayacağının farkına vardı. Sonra hiç istemediği avukatlık için paçaları sıvadı.

Ailesinin yardımıyla şehrin işlek caddelerinden birinde bir yer kiraladı. Üniversitedeki çevresinin yönlendirmeleriyle davalara baktı. Zamanla ilerleme kaydetti. Bir önceki davanın müvekkilleri başka müvekkiller bulur oldu. “Ayy Nezahat, Semih bey bizi tek celsede boşadı kız ona git!” “Tufan’la bizim bir yer davası vardı vallahi Semih bey iyi avukatmış bu işten kârlı çıktım.” “Bıçakla basit bir yaralama vardı. Hem isteyerek de yapmadım. Semih beye gittim, para cezasıyla atlattık.”

Böylece Semih her davaya bakar oldu. Para kazanma aşkıyla Ceza, aile, miras… demeden önüne gelen bütün davaları alıp bir çıkış yolu aradı. Fakat para gözünü öyle boyamıştı ki fakülteyi kazandığında nasıl kabardıysa öyle kabardı. Dava kazandıkça kabardı. Kaybetse bile kabardı. Çünkü bankada kazansa da kaybetse de kabaran bir hesabı vardı. Hiç parasız kalmak aklına gelmedi. Sanki hep böyle var olmuş gibi geçmiş çilelerini unuttu. Çünkü kibir insana geçmişi de geleceği de unuttururdu.

Semih öyle kabardı öyle yükseldi ki onunla görüşmek isteyenler yüzüyle muhattap olmadan takım elbisesinin parlamasından gözlerini bir kez kısıp açmaları gerekti. Semih ise herkesi para olarak görmeye başlamıştı. Ona danışan insanlardan bile para almayı düşünüyordu. Bir tanıdığı “Evladım bizim falanca akrabanın yer kavgası varmış” diyor Semih derhal “Danışmanlık üç bin” diye yapıştırıyordu. Semih’in adı tabelalarda da asılıp reklam üstüne reklam yapılınca telefonlar daha sık çaldı. Semih ise bu duruma fatura kesmekle çözüm buldu. Yüz yüze görüşene elden, telefonla veya başkası aracılığıyla danışana adreste fatura keser hâle geldi. “Ablacığım sen adresi ver çünkü bahsettiğin ceza davası daha pahalıya geliyor.” Ceza daha pahalıydı çünkü yıllarını vermişti. Fiyat tarifesi kazandığı ünle doğru orantılı olarak artıyordu.

Bir gün yolda mahalleden Nizamettin abi selam verip hal hatır sorunca Semih içinden bu icap değilse bile icaba davettir diyip Borçlar Hukuku davası danışmanlığının fiyat tarifesini yapıştırıverdi. Konu komşu bile Semih’in bu yükselişindeki kibri sezmiş onu önceleri ilim irfan aşkıyla bildikleri gibi artık kibriyle bilir olmuşlardı.

Semih’in ömrü böyle geçer oldu. Onun mücadelesi para uğrunaydı. Ve ne kadar parayı anarsa içinden o kadar ahlaki değer azalıyordu. Kırkına kadar durmadan yükseldi ve ancak o yaşında evlenebildi. Görüştüğü kadınlar onu kibrinden kendisiyle muhatap olamadığı için reddetmişti. Bu yüzden kurbanını görücü usulü seçmiş ve beş sene tutsak edebilmişti. Boşandıkları günü hiç unutmadı. Kavurucu bir yaz günü adliyeden çıkıp gözü önce bahçenin kenarlarındaki yüksek ağaçları ardından gökyüzünü bulduğunda derin bir iç çekmişti. Ilık bir rüzgâr ensesinden ve kulaklarından geçmiş de rahatlar gibi olmuştu. Ardından iki yaşındaki kızı yanına gelip ilk kez baba diyince kırk yıllık hayatının ne kadar sefil ve acınası olduğunu bu minik insanın tüm kötü duygulardan arınmış tek bir cümlesinde anlamıştı: Ba-ba. Evet babaydı. Belki iyi bir eş olamadı fakat bir babaydı. Üstelik henüz kızı de onun ne kadar çaresiz bir kibre kapıldığını görmediği anda baba olduğunu anlayacak kadar babaydı. Uzun zamandır içinde sızlamayan bir yer sızladı. Sol göğsünün ortalara yakın bir yeri. Yürek derlerdi oraya, kalbini hissetmeyi bilenler. Kızına doya doya sarıldı ve mahkemenin verdiği karara riayet edip onu annesiyle gönderdi. Yıllar sonra Semih’in kızının en önemli özelliği ise Semih’in fatura kesmediği tek insan olmak olacaktı.

Semih o gün ona bakan masum bir çift gözü unutmadı fakat kibrin bu kadar kabarttığı bir insanı yolundan döndürmek için sadece o gözler yetmezdi. Yetmedi de. Kalbi o gün sızladığı gibi sadece kızı büyüyüp hukuk fakültesi kazandığında sızladı. Sülalenin ikinci hukukçusu olmuştu. Semih içindeki sızının adını koyamadı. Kızı onu örnek alıp mı hukuk okumuştu yoksa ona benzemediğini kanıtlamak için mi? Bu sorunun cevabını da yüreğini sızlatan başka sorular gibi bir halının altına süpürdü.

Yıllara karşı koyamayıp beyazlayan saçlarıyla altmış beşine kadar avukatlık yapıp servetine servet kattı. Ardından yaşlılığını İstanbul’daki lüks yalısında geçirmeye karar verdi. Artık fatura kesmiyor ve eve gelen birkaç bakıcıyla muhatap oluyordu. Bazen kızı gelip aldığı davaları anlatıyor ve ondan fikirler alıyordu. Fakat Semih kızında olup kendisinde olmayan şeyin farkındaydı. Kızı paradan önce ahlakı seçmişti ve yolunu öyle çizmişti. Aynaya dönüp baktığında yüzündeki iflah olmaz çirkinliğin adını ancak yaşlandığında koyabilmişti. Bu kibrin çirkinliğiydi. Kızının ay gibi parlamasının nedenini de böylece anlayabilmişti.

Semih’in ömrü de Boğaz’dan geçen gemileri sayarak geçti, gitti. Ancak ölmeyip ölümle tanışınca kendi içinde dirildi. Ne malın ne çocukların fayda vermediğini gördü.¹ Geriye dönüp baktığında içinde bir ukte olarak sakladığı soru kaldı: Mücadeleyle geçen bir ömrü tüketmişti fakat ne için? Ne uğruna?

Saliha Çolak

¹ “O gün ne mal fayda verir ne de evlat; ancak Allah’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler müstesna.”

~Şuarâ Suresi 88-89. Ayetler