Kadıköy’de küçük bir kafenin köşe masasında oturuyorum. Masamda yarı içilmiş bir filtre kahve, önümde açık bir defter ve yan masadan taşan hararetli bir konuşma. Kadının biri —otuzlarının sonu, saçları dağınık, gözleri dolu— yer bulamayınca yanıma oturdu. Önce havadan sudan konuştu, sonra kocasıyla olan problemlerine geçti, derken çocukluğuna kadar indi. Dinledim. Göz temasını hiç kesmedim, hatta başımı birkaç kez anlam dolu şekilde salladım. Not bile almadım, o kadar ciddiydim.
İnsanlar hiç tanımadıkları birine nasıl bu kadar kolay açılıyorlar? Çok düşündüm bu meseleyi. Sebep “bir daha nerede göreceğim ki” fikri değil. Eskiden belki öyleydi. Otobüste yanına oturduğun yabancıya içini döküp inerken unuturdu insan. Şimdi öyle değil. Şimdi insanlar bile isteye, göz göre göre açılıyorlar. Çünkü anlatacak pek kimsemiz kalmadı. Yeni hayat standartları bunu gerektirdi.
Herkes meşgul, herkes yorgun, herkes kendiyle kavgalı. Kimsenin kimseye ayıracak vakti yok. Dostluk dediğimiz şey WhatsApp’ta “nasılsın” diye başlayıp üç gün sonra mavi tikte kalan bir cevapsızlığa dönüşüyor. Kalabalıklar içindeyiz ama herkes kendi başına. Anlatmak istiyoruz ama dinleyecek kimsemiz yok. Anlatmadan da iyi olabileceğimize inandırmak istiyoruz kendimizi. İnandırabiliyorsak amenna. Ama belli ki başarısızız bu konuda. Halkın mental durumuna üç saniye durup bakarsanız anlayacaksınız ne demek istediğimi.
Eskiden bir şey olduğunda, insanlar toplanırdı. Komşular gelir, mahalleli bilir, kalabalık bir akıl birliği yapılırdı. Şimdi? Herkes kendi penceresinden bakıyor yangına. Dumanı görüp camı kapatanlar çoğunlukta. “Bana gelmesin de” refleksi işte. Herkesin hikâyesi bireysel artık. Film gibi; başrol, yan karakter, müzik bile var bazen. Ama kimsenin sahnesine kimse çıkmıyor.
Nerede gördünüz sadece bir şeyden yola devam etmenin iyi olduğunu zaten? Bir işten, bir ilişkiden, bir mahalleden, bir fikirden? Biz her şeyi bırakıp yenisine geçmenin erdem sayıldığı bir çağdayız. Tükenmeden tüketmenin ayıp olmadığı bir zaman. Arkadaşlıklar bile mevsimlik. Bugün konuş, yarın yok. Ve kimse neden yok diye sormuyor. Çünkü hepimiz yokluğa alışık yetiştirildik. Bu yüzden, bir yabancının sessizliği bile davet gibi geliyor artık. Elbette kimse yüksek sesle “Beni birileri dinlesin” demiyor ama içlerinde çığlık gibi yankılanıyor bu ihtiyaç. Ben sadece kulak vermeyi bilirim o yankıya. Kimse benden istemese de yıllardır dinlerim herkesi. Sadece… bazı şeyleri daha düzenli hâle getirdim diyelim. Anlamadınız değil mi? Durun, anlayacaksınız.
On birinci dakika. Kadın çantasına uzanıp mendil ararken ben cüzdanımdan küçük bir fiş çıkardım. İtinalı, ince harflerle yazılmış, resmi duruşlu. Tam benim kalemim. Fişi kadına uzattım:
- İlk on dakika ücretsizdi. Sonrasını yansıttım, bakabilirsiniz. IBAN altta.
Kadın bir an durdu. Gözleri bir bana, bir fişe gitti. “Şaka yapıyorsunuz, değil mi?” dedi. Ne münasebet. “On dakikada kaç iş kaçtı biliyor musun sen?” diyemedim. Onun yerine kafamı iki yana salladım.
- Duygusal hizmetler sektörü, ne yaparsınız? Devam edecekseniz iban aşağıda.
Kadın gözlerini belertti. Eğer bir animasyon sahnesinde olsaydık, kafasından çıkan dumanı görebilirdiniz. Masada kalan yarım kahveyi çarptı suratıma. Hayır yani, herkesin her şeyi metalaştırdığı bu çağda, benim sohbet hizmetim mi battı gözünüze? Konuşacaksan ver paramı.
Bence sorun insanların kendi içlerinden gelen şeyleri bile başkasına borçsuz anlatmaya alışmış olmaları. Yahu her cümle bir ağırlık sonuçta. Taşıyan da yoruluyor, dinleyen de. Haliyle ben de yoruldum. Bunu fark edene kadar yıllarım geçti ama o yorgunluğun içinden doğdu bu farkındalığım da. Kendimle kalabildim en sonunda.
“Kendiyle kalabilen insan.” Bu ne zaman bu kadar normalleşti bilmiyorum ama birlikte yaşamak eskimiş bir alışkanlık gibi artık. İşte ben de tam orada devreye giriyorum. Bir tür geçici ortaklık sunuyorum insanlara. Hem onlara hem kendi yalnızlığıma. Onlara unuttukları bir şeyi hatırlatıyorum. Konuşmanın, duyulmanın, cümlelerinin bir karşılık bulmasının nasıl bir şey olduğunu.
İlk faturayı ablama kesmiştim mesela. Ayda bir arardı; telefondaki ilk nefes alışından son cümleye kadar hep aynı döngü. Önce kombisinin sesinden şikâyet ederdi: “Tıkır tıkır bir şey yapıyor ama bozulmamış da.” Ardından komşunun balkonuna astığı çamaşırları anlatır, sonra işe geç kaldığında otobüsün doluluğunu, oradan da ayın retro etkisini gündemine alırdı. Konu sanki değişiyor gibi olurdu ama aslında hep aynı üç beş şeyin çevresinde dönerdi. Sadece dinlerdim. Zaten ne yorum beklerdi ne çözüm. O anlatırdı, ben yutardım. Duygularını değil, kelimelerini bile çiğnemeden. Konuşmanın sonunda hiçbir yere varmamış olurduk ama benim beynim ısınırdı. Bir gün telefonu kapattım, saate baktım. İki saat sekiz dakika. Küçük bir hesap yaptım. Son altı ayda toplam yirmi küsür saat. Ablamın adıyla kesilen ilk fatura, e-posta kutumda “taslak” olarak bekliyor hâlâ. Göndermedim. Ama kesildi, bilin isterim.
İkincisi eski sevgilimeydi. Onu gönderdim ama. Hafif bir kahkahayla hafif de küçümseyerek “Biz bir şey yaşamadık ki” dedi bana. Ben de oturdum, konuşma geçmişine baktım. Toplam 18 saat. On sekiz saat. Oturup hiçbir şey hakkında konuşmak için 1080 dakika… Boşluk bile vakit alıyor bu devirde. Dolayısıyla evet, o da borçlu. Üstelik kadir kıymet bilmezliğine rağmen ona bir ödeme planı bile sunmuştum.
Ben çay insanıyım bu arada. Bugün neden kahve içtim bilmem. Bardağın buğusuna baka baka geçen suskunlukları, dudağın yandığı ilk yudumu, ince belli camda saklanan sabrı severim aslında. Biraz da şiirseldir çay benim için. Bir tür eşitlik biçimidir. Herkesin aynı renkten içtiği, yoksulun da zenginin de aynı masaya sığabildiği tek içecektir mesela. Geçen parkta otururken yanıma bir dayı yerleşti. Havadan sudan, kızının evlililiğinden, emekli maaşından, dizindeki sıvıya kadar döküldü. Ben dinledikçe o anlattı. Sustukça konuştu. Sonunda “bir çay söyleyeyim de içimiz ısınsın” dedi. Orada beni nakavt etti. “Isınsın be dayım” dedim. Çay severim. Derdini anlatırken çay ısmarlayanları ayrı severim. Bir teminat, müşteri sadakati gibi bir şey. Çayın buharıyla birlikte samimiyet de artıyor. Ben kronometreyi o ilk “Seni meşgul etmeyeyim ama…” cümlesinde başlatırım. Dayıyla ücretsiz kısmı geçtikten sonra 14 dakika konuşmuşuz. 120₺. Çayın hatırına indirim bile yaptım. Görüyorsunuz ne hassas bir kalbim olduğunu. Ama o dayı da bilemedi kıymetimi. Benim işi otobüste yolculuk ederken uyumak gibi düşünebilirsiniz. Beyin sarsıntısı garantili yani. Bebekleri sallarken de böyle oluyor işte. Beni küçükken çok sallamışlar.