Başkasının Yerinde

Emine Genç

Otobüse biner binmez fark ettim ki bir kadının teriyle bir diğerinin pişmanlığı arasında moleküler bir fark yok. Her ikisi de üzerinize siniyor ve çıkmıyor. Otobüsteki koku, ses, ter ve bıkkınlık dört kardeş gibi üstüme oturmuş. Sabah 08.37. Normalde bu saatlerde otobüse binmeyi birçok şeye değişebilirim. Mesela katır üzerinde -at demiyorum atı herkes ister- katır üzerinde gitmek bile bu otobüste olmaktan iyidir. Mesaiye geç kalmamak için otobüse bindiğimde sık sık ölmeyi düşünürüm. Ölmeyi buna tercih eder miydim? Bu yorgun ve suratsız, kokulu ve perişan insanlara? Yaşıyorum demek ki yaşanılacak. Kendimi otobüsün önüne değil de içine attığıma göre tercih etmiyorum. Aslına bakarsanız öldüğümü düşününce kokunun ana öznesi olmama ramak kalıyor. Ölünce yaşamak bitmiyor. Ve ben iyi yaşamayı bilmiyorum. Ben ben olduktan ne kadar farklı yaşayabilirim ki? Anksiyete sosuna bulanmış felsefi mutluluktan sıkıldım. Burası çok kalabalık. Her şey üzerime geliyor, insan başına aktif dört duygu düşse, bu otobüste yetmiş kişi olsa yani iki yüz kırk duyguyu bir teneke içine sıkıştırırsanız ne olur? Halk otobüsü. Klimasız. İnmeyi düşlüyorum.

Çantamı kucağıma oturttum. Sanki çocuk. Ama bana ait olmayan bir çocuk. İyi ki değil. Ben çocuk sevmem. Çanta da benim değil. Nasıl da hemen çantam dedim. Bu yaptığımı çalmak olarak adlandırmam. O durağı bilmiyorum teyzeciğim. Çantayı çaldım demeyeceğim. Çünkü insanlar para çalar, can çalar, çocuk çalar. Ben çanta aldım. Evet, aynı model, aynı marka, aynı yorgunluk. Ama içi başka. Dışı zaten benzemeye meyilli her şeye benziyordu. Durakta kafam başka yerdeydi - tam olarak yerinde olmayan bir kafanın yaptığı ilk şey bir yabancıya ait eşyayı sahiplenmek olur. Belki o benimkini çalmıştır, bilemeyeceğim. İçinde sahiplenilecek bir başkası vardır belki. Çantanın fermuarını yavaşça açtım. Tıpkı benimki gibi açılırken tüm dünyaya kendini duyurma ihtiyacı hissediyor. İki saniyelik içgüdüsel “ya bir şey çıkar da patlarsa da ölürsem” korkusunun ardından streç filmle sarılmış beyaz peynir, domates, marullu tam tahıllı ekmekten sandviç, küçük bir cüzdan, kartvizitler ve bir zarf buldum. Hemen cüzdanı açıp kimliğe baktım. Serap Korkmaz. 1992 doğumlu. Ama onun yüzünde bir zafer var. Küçük bir yorgunlukla saklanmış bir kibir. Gülümsüyor mu? Hayır. Ama üzgün değil. Sadece ciddi. Gözleri koyu, bakışları kararlı. Dudakları düzgün, hiç kıpırdamamış gibi. Sert bir surat ama gizli bir yorgunluk var arkasında. Kendini seviyor, sandviçten anlamıştım zaten. Temiz midir acaba? Bir ısırık alsam otobüsün kokusuna bir katkı da benden.

Yanımdaki adam, telefonunda video izliyor: yüksek sesli, insanlıktan uzak bir şey. Karşıdaki kadın koltukta kestiriyor, çenesinden salya sarkıyor. Ben çantada bulduğum zarfı açıyorum. Sanki benim olmadığını biliyorlarmış gibi gizli gizli açıyorum. Resmi bir belge. Tanık Çağrısı. 12 Temmuz, 10:30, Bölge Adliyesi. Tanık. Başımı cama dayadım. Başımı cama dayadığım her an, başkasına dönüşme isteğim artar.

Ben Serap Korkmaz olabilirim.

“Abla şuraya biraz kayar mısın?” diyor genç bir kız.

Kaymıyorum. Serap Korkmaz da kaymazdı.

Otobüste bir çocuk bağırıyor. Annesi pes etmiş gibi. Kadın koltuğa çökmüş, çocuk koltuğun üstünde ayakta.

"Ben pilot olacağım!" diyor.

“Yolcuları düşürecek misin?” diye soruyorum.

“Düşürmeyeceğim,” diyor.

“Yazık,” diyorum.

Gülüyor.

Ben değilim bu. Serap Korkmaz böyle şeyler söylemez.

İnmek istiyorum. Ama otobüs her durakta yavaşlıyor, sonra tekrar hızlanıyor. Sanki bana inmek serbest değil. Düğmeye basıyorum. Işık yanıyor. Ama şoför beni görmüyor. Gören başka biri de yok gibi.

Bir durakta kapılar açılıyor, birkaç kişi iniyor. Ben ayağa kalkıyorum ama yanımdaki adam bacağını çekmiyor.

“Pardon,” diyorum.

Kımıldamıyor.

“Pardon,” tekrar ediyorum.

“Daha inmediniz ki,” diyor.

Donuyorum. Ne demek bu?

Camdan dışarı bakıyorum. Dışarısı değişmemiş. Hep aynı apartmanlar, aynı balkonlar, aynı kadın çamaşır asıyor. Aynı tül perde rüzgarda dans ediyor. Burası dışarısı değil. Burası dışarısı değil. Burası başka bir içerinin fragmanı.

Dışarının ferahlığı bana artık tehdit gibi geliyor. Temiz hava, bu otobüs gibi yerlerde yaşayanlara nefes almayı unutturur. Sanki biri kapıyı açıp temiz hava verse, buradaki herkes dağılıp çözülür. Ve ben hâlâ inmek istiyorum.

Bu yüzden otobüs bana inat hızlanıyor.

Bu yüzden kapılar bana inat açılmıyor.

“İnecek var!” diye bağırıyor bir adam. Ama sesini duyan yok. Belki o da inmek istemediğinden kapı açılır diye umuyordur. Belki tek yolu, istememek. Evet, kapıların sırrı bu: istememek. Ne zaman vazgeçsem, kapı açılıyor. Ama o anda da neden ineceğimi bilemiyorum.

Çantayı tekrar açıyorum.

Serap Korkmaz’ın eşyalarına göz gezdiriyorum.

Bir adet mini deodorant. Gül kokulu.

Bir reçete: “Panik bozukluk – günde 1, gerektiğinde 2.”

Bir dudak nemlendiricisi.

Bir diş ipi.

Bir tekli kolonyalı mendil. Bu kadın bir hayata hazırlanmış. Düzenli, kontrollü. Hayatı kaçırmamaya yeminli. Ben hayatı kaçırmak için her sabah alarm kuruyorum. Yetişemediğim mesai için otobüste yok oluyorum. Serap’la aynı yaşta değiliz biz. Aynı kiloda, aynı şehirde, aynı kadın grubunda olabiliriz. Ama Serap başka biri ve benim onu oynamam gerekiyor.

Cebinden çıkardığım tanık çağrısını tekrar okuyorum. 12 Temmuz, saat 10:30. Tanık. Adliye binasının adını okurken elim uyuşuyor. Hayatım boyunca hiçbir şeye tanık olmadım. Olduysam da, görmemiş gibi yaptım. Görmek suçtur çünkü. Görmek, sorumluluktur. O yüzden herkes kör bu otobüste. O yüzden herkes sessiz, herkes uykulu. Ağlayan çocuk hariç. Çocuk hâlâ bağırıyor. Annesi gözlerini kapatmış. Görmemek, susturmaktan daha kolay. Koltukta karşısında oturan yaşlı adam, başını cama yaslamış. Uyuyor mu, bilmiyorum.

Ama bu otobüste, gözleri kapalı olan herkesin bir yorgunluğu var. Yalan değil bu.

“Serap?” Yanımdaki kadın omzuma dokunuyor. “Serap Korkmaz değil misiniz?” Gözleri belirsiz. Beni tanıyor gibi ya da tanımak istiyor. Birkaç saniye düşünüyorum. Eğer evet dersem, dünya üzerime kapanacak. Eğer hayır dersem, otobüs sonsuza kadar devam edecek. Bu yüzden gülümsüyorum. Ama Serap gibi, çok hafif. “Benim,” diyorum. Kadın başını sallıyor.

“Mahkeme için mi gidiyorsun?”

“Evet.”

“Ne olmuştu?”

Dudaklarım kıpırdamıyor.

“Hatırlamıyorum,” diyorum.

Ve işte o an, Serap'la aramdaki mesafe sıfırlanıyor.

Adliye binasına yaklaşıyoruz. Camdan bakınca dev gibi görünüyor. Camları büyük, içi büyük, dışı büyük. İnsan orada daha da küçülüyor.Otobüs durağa yanaşıyor. Kapılar açılıyor. İçimden bir ses bağırıyor:

“İn!”

Ama bedenim oturuyor.

Çünkü hâlâ çıkmak istiyorum. Bu yüzden çıkamıyorum. Kapıya yürümek, kapıdan çıkmak değil. Kendini istememeye ikna etmek gerekiyor. Otobüsün aynasında şoför gözümün içine bakıyor.

“İnecek misin abla?” diyor.

Gülümsüyorum. “Hayır,” diyorum. “Ben daha inmek istemiyorum.”

Kapılar kapanıyor. İçimde bir yer açılıyor. Otobüs devam ediyor.