rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner
Tanpınar
Gözlerim iyi görür. Yüzüme bakıyorum aynada. Aynada yüzümüzü gereksiz inceleriz bazen. Mesela ben bir şey düşünmem gerektiği zamanlarda izlerim yüzümü. Ona bakarken beynim rota oluşturur gibi olur. Annem aynı babana benziyorsun diyor. Bunu düşünürüm mesela. Ama babam ben yedi yaşındayken öldüğünden gözümün önüne kolay getiremiyorum yüzünü. Koşarak fotoğrafına bakıyorum. Aradan tam otuz yıl geçmiş. Ölüler arkalarındaki izleri çok çabuk siliyorlar. Biz ise silmek istemiyoruz. Üzüntülerimiz bu çatışmadan doğuyor.
Gözlerim iyi görür. Annem bana çekmişsin diyor. Ben de senin gibiydim gençken. Şimdi okuma gözlüğü taktığıma bakma. Tabii zamanla azalıyor insanın gözünün nuru, diyor. Dünyada her şey azalır. Yavaş yavaş. İnsan, sezmediğinden itiraz edemez. Hızlı eksilenlere ses çıkarır. Ama yaşlandığını bile yaşlanınca fark eder. O yüzden sessizce yaşlanır. Otuz otuz bir otuz iki otuz üç…kırk beş kırk altı kırk yedi…yetmiş yetmiş bir yetmiş iki…Yaşarsa. Görmek de az az azalır. Yirmili yaşlarında gördüğümüz pembe, sadece o zamana aittir. Otuzlarda başka bir pembeye merhaba deriz. Kırkları bilmiyorum. Belki onların pembesi daha uysaldır.
Gözlerim iyi görür. Onu aynı bankta her gün 16.00’da elinde kitabıyla görüyorum. Etrafına bakmıyor. Fark etmiyor gibi kimseyi de. Köpeğine sadık kadınlar geçiyor. Çocuğuna köle babalar. Balon satan, aklı balonlarında değil uzaklarda olan adamlar. Balon satan adamlar hep düşünceli oluyorlar. Deniz, kıyıyı dövüp duruyor ama o başını gömmüş kitap okuyor. İlk gördüğümde poz kesiyor sandım. Bu kadar gürültüde nasıl okuyorsa bu da, diye yargıladım. Ama haftalardır izliyorum. Bir insan sürekli kitap okuyor numarası yapabilir mi? Yüzünü dahi görmedim. Sadece saçlarını görüyorum. Yüzünü kapatıyor. Dümdüz. Gözlükleri var belli. O kadar işte. Bir de kemikli elleri. Kitap elinden uçup gidecekmiş gibi tutuyor. İki kanadından bir kuşu yakalamış gibi. Bir bank uzağından onu izliyorum. Bir onu bir denizi. Bir denizi bir onu. Bazen iki bank ötesinde oturmak zorunda kalıyorum.
Gözlerim iyi görür. Mutfağa bitişik ufacık bir balkonumuz var. Küçük bir masa iki sandalye zor sığıyor. Annem zorla tek kapılı bir dolap da koydu. Üç kişi oturuyoruz oturunca: ben, annem, dolap. Bir gün bir çıktım balkona, kuş yuva yapmış dolabın üstüne. Bunlar da hep böyle sessiz balkonları bulurlar zaten. Ya da dar balkonları. Hareket alanı kısıtlı yerleri. Biraz da biz daraltalım der gibi. Kuşlar bile imtihan. Artık balkonda çoğaldık yani: ben, annem, dolap ve kuş. Tam dört yumurtası var kuşun. Yavrular yumurtadan çıkana kadar balkona pek uğramayalım, diyor annem. Yazık, ürküp kaçar da yavruları çıkamaz yumurtadan. Ölür giderler. Ölür giderler öyle ya. Birileri daha keyifli yaşasın diye kimi canlılar ölüp giderler. Tamam anne, çıkmam diye garanti verdim de rahatladı. Ama bazen izliyorum yuvayı kuşa fark ettirmeden. Çıtımı çıkarmadan. Gidiyor bazen. Ağzında çer çöple geri geliyor. Uyur gibi kıpırdamıyor ama küçük boncuk gözleri karşılara odaklı kararlı kararlı duruyor yuvasında. Kararlı durmak, evlatlarını verecek ona. Görüyorum, kuşlar çok kararlı bakıyorlar.
Rüyamda beyaz bir ıssızlığın ortasına düştüm. Yürüyorum yürüyorum beyazlık. Gidiyorum gidiyorum sanki undan tepeler. Anne, diye bağırıyorum. Sesim sadece kendi kulağımda akis buluyor. Gözlerim iyi görüyor. Yanlış görmediğimden eminim. Beyazlık var sadece. Hiçliğin rengi beyaz mı bunu düşünüyorum rüyanın bir yerinde. Bazen olmayacak anlarda olmayacak şeyler yaparız. Çok zor bir anımızda ufak bir anımız gelir karşımıza durur mesela. Şimdi de öyle. Hiçliğin renginden sana ne öyle değil mi ya? Şuradan bir kurtulsan mı önce? O zaman uyanayım. Uyanınca her şey kendi rengine döner.
Gözlerim. İyi görür. Ama neden her şey beyaz? Rüyadaydı o. Neden beyaz ve uğultulu? Gözler uğul uğul sesler çıkarmamalı. Anne, diye bağırıyorum. Anne koş. Ses yok. Anne n’olur koş. Koş. Koş be kadın gel hadi. Birden açılıyor odasının kapısı. Birden açılıyor odamın kapısı. N’oldu diyor n’oluyor? Etrafın rengi beyaz diyorum. Sen de beyazsın. Rüyam beyazdı diye mi? Ne beyazı kız, diyor. Korkutma beni. Ne beyazı? Gözümü açıp kapatıyorum açıp kapatıyorum. Yok, televizyon mu benim gözlerim? Olmuyor işte. Doktora gidelim doktora diye telaşlanıyor annem. Görmüyorum ama gözleri de dolmuş olmalı. Yüzü korkudan gerilmiş, yaşından on yaş genç duruyordur şimdi. Kadınlar bunu önemser. Söylesem belki gülümser ama canım şimdi komik olmak istemiyor.
Bağların aniden kopması falan filan. Filan kelimesine de gıcık oluyorum ama bazen onu karşılayacak kelime bulunmuyor. Doktor bundan kelli böyle olacağını söylüyor. Hayatımdaki tüm renklerin çekip gittiğini. Ama sonradan görme yetimi kaybettiğimden hayal kurmaya devam edebileceğimi. Rüya görebileceğimi. Belki yaşlılığa doğru bunda azalma olabileceğini. O an annem sessiz sessiz ağlıyor mesela. Doktorun yanındaki hemşire hissizce tansiyonuma bakıyor. Dışarıda hayat, nasılsa öyle akıyor.
Anneme diyorum şu banka oturt beni. Sonra anlamasın diye, “Şu birkaç bank ötemizde bir adam yine kitap mı okuyor anne?” Evet, diyor. Yine anlamasın diye adamın numara yaptığını söylüyorum: “Hayret bi’şey, şu gürültüde kitap mı okunur? Numaracı adam, haftalardır böyle haftalardır. Bari saçlarını arkaya at. Etrafa bak arada.” Annem sessizleşiyor. Annem kokuyu almış gibi, “Elin adamı ne yaparsa yapar, bize ne kızım?” diyor. Öyle ya. Bize ne?
Dalgalar kıyıyı dövüyor. Köpeklerine sadık kadınlar geçiyor. Çocuğuna köle babalar. Balon satan, aklı balonlarında değil uzaklarda olan adamlar. Balon satan adamlar hep düşünceli oluyorlar. Beyazlığın içinde görmeye devam ediyorum. Annemse kendi gördüklerine dalmış gitmiş. Seziyorum. Herkes kafasındaki filmi ölümüne kadar oynatıp duruyor. Gözleri görse de görmese de. Benim filmim de öyle. Zaman, silene kadar herkes yerli yerinde. Bank, adam, baloncu, kadınlar ve çocuklar. Deniz ve annem.