En Sadık Dost Olsan Da

Emine Ecran Şenel

Nefesimin solmaya başladığını hissediyorum. Rengim, bakışım, gözlerim, sesim, gülüşüm solalı çok oldu zaten. Uzun yaşamam biliyorum da bari ölümüm âdi bir ölüm olmasa. Birini korurken, bir yeri muhafaza ederken, aslanlar gibi savaşırken ölsem. Fare gibi ezilerek değil. Ama soldum. Savaşacak mecalim yok ki savaşırken öleyim. Yavaş yavaş emildi kanım, gücümü tükendi, ferimi söndü, sesimi kısıldı. Boynundaki zincirin ucu başkalarının elindeyken savaşamazsın zaten. Boynunda zincir varken savaşamazsın. Onun için başı boş olup ekmeğini çöpten bulmak yeğdir, başkalarının önüne koyduğu en güzel yemeklerle beslenirken zincirin nereye çekilirse oraya gitmek zorunda olmaktan. Bırak sana sahip çıkan olmasın senden başka, yeter ki sesin sende kalsın, gözlerin ateş saçsın, yol senin olsun.

Geldi yine başımın belası, ömrümün törpüsü, ruhumun düşmanı. Geldi Birol delisi. Direkt eve geçti, açım diye bağırarak. Melek Hanım, içine kaçmış sesiyle “Yemek hazır oğlum,” dedi. Melek gibi kadın doğrusu. Ondan böyle şımarık oğlu var. Ağzına iki tane çaksa, ne bağırıyorsun eşşoğlu dese böyle mi olur? Gıkını çıkarmıyor. Yalnızca Birol kendisini döverken çıkıyor sesi. “Aaahh. Yapma oğlum. Etme oğlum. Ananım ben senin” diye bağırıp inlerken çıkıyor. Odasının açık penceresinden görüyorum odanın içinde bir sağa bir sola döndüğünü. Kendi kendine bir şeyler söyleniyor. Sonra pencerenin önüne oturup bana bakıyor. O bakışlar kalbimi çıkarıyor. Ben ona bakmıyorum. “Demek ordasın” diye bağırıyor bana. İşte şimdi başlar işkence.

Hışımla geldi yanıma. Zincirimi kulubenin içindeki kazıktan çıkardı. Çekmeye başladı. Gitmek istemesen de boynunun çekildiği yere mecburen sürüklenirsin. Sürüklendim. Mecburen. Yine aynı yere geldik. Dağdaki mağaraya soktu beni. Zinciri her zamanki çiviye taktı. Kemerini çıkarıp acımasızca vurmaya başladı yine. Kafama, gözüme. gövdeme, bacaklarıma nereye denk gelirse, küfrede küfrede vurdu. “Onun ruhu sende biliyorum,” dedi vurdu. Vurdu vurdu vurdu. Yorulana kadar. Yorulunca kemeri boynuma sardı, sıktı sıktı sıktı. Öleceğimi zannedene kadar. Sonra bıraktı. “Yoo öyle kolay ölmek yok. Birincide kolay öldün. Cezanı çekmedin, şimdi çekeceksin. Ben ne çektiysem aynısını çekeceksin,” dedi. Gitti mağaranın kapısına uzandı. Biraz yakınıma uzansaydı ben gösterirdim ona ama hep böyle yapıyor, zincirimi kısa tutuyor, uzaktan vuruyor ki ben ona bir şey yapmayayım. Savaşmıyor, kalleşçe saldırıyor zalimin oğlu.

Dinlenince tekrar zincirimi eline aldı çeke çeke eve götürdü. Biraz sonra Melek Hanım geldi yanıma. Biroldan kalan yemek artıklarını önüme döktü. Eğilip yüzümdeki gözümdeki kanları temizledi ağlayarak. “Ah yavrucuğum,” dedi. Bana mı dedi Birol’a mı bilmiyorum ama biraz daha acısın diye inledim. Yavaşça kalktı yerinden. O da inledi. Belli ki bir yerleri acıyor onun da. Ya da ona acımam için inlemiştir belki. Acılarından kurtulamıyorsan başkaları da acısın istersin. Acıdım. Konuşabilseydim ben de ona ah yavrucuğum derdim. Melek Hanım bahçe kapısına gitti, kollarını göğsünde birleştirip içini çekerek etrafa baktı. Bir dost yüzü arıyordu belki de. Birol zincirimi çekiştirip beni götürürken ben de öyle bakıyorum yollara. Kimseyi göremedi. Ben de göremem hiçbir zaman. Görsem ne olacak sanki dost yüzü zincirimden mi kurtaracak beni. Kurtaramaz ama hiç olmazsa hâlimi anlar. Anlaşılmak merhem gibidir bazen. Yeniden içini çekip eve gitti Melek Hanım.

Bu saatten sonra sesi çıkmaz Birol’un. Huzurlu bir sessizlik hâkim olur evde. Önüme konan yemeğimi yedim. Patilerimi uzatıp yattım. Önceden yatmazdım. En birinci görevim evi ve ev halkını korumaktı. Eve bir yabancı yaklaşacak olsa en gür sesimle havlardım, ev sahiplerini uyarmak için. Birol küçüktü o zamanlar. Zararsızdı. Beni severdi. Okuldan gelince hemen benim yanıma gelirdi. Oyunlar oynardık. Arkadaşlarının yanına giderken bile bensiz gitmezdi. Akşama kadar eğlenirdik. Akşam babası geldikten sonra çıkmazdı dışarı. Her akşam bağırışlar yükselirdi evden. Sonra sessizlik. O sessizlik çökünce ev halkının uyuduğunu anlayıp evin etrafında dolaşarak sabaha kadar nöbet tutardım ben. Aslan gibiydim o zamanlar. Sabah Birol’un babası işe giderken uyumaya geçerdim. Sonra Birol okula giderken önüme yemek koyar, başımı okşar öyle giderdi. Küçük finolar kadar sevimliydi o zamanlar. Ne zaman ne oldu bilmiyorum. O sevimlilik nereye kayboldu, o sevgiye ne oldu?

Bir akşam eve vaktinde dönmeyi unuttuk. Birol oyuna dalmıştı. ben de onu izliyordum. Sonra havanın karardığını fark edince birol’a seslendim Hav!” Birol “Hiih, geciktik,” dedi. O zamanlar zincir yoktu boynumda. Koş yumurcak dedi bana. Koştuk. Koşarken ara sıra “Babam beni öldürecek, “diyordu. Eve vardığımızda evde Bahçede bir sürü insan vardı. Ben bahçede bir kenaar çekildim. Birol eve girdi. Kalabalık birkaç gün devam etti. O günlerde Birol benim yanıma yaklaşmıyordu. Sessizce çıkıp gidiyordu. Ben de peşinden gidiyordum. Bir tepeye çıkıp sessizce oturuyorduk saatler boyu. Hiç oynamıyorduk. Sonra sessizce eve dönüyorduk. Birkaç gün içinde eve gelip giden insanlar bitti. Ev sessizleşti. Birol yine aynıydı. Neden sonra günlerdir Birol’un babasını görmediğimi farkettim. Zaten sadece işe gelip giderken görürdüm kendisini. Artık gelip gitmiyordu.

Birol aylarca sessizdi. Okula gidip geliyor, sonra aynı tepeye çıkıyor, oturuyor oturuyor oturuyor, sonra eve dönüyordu. Ben de peşinden gidip geliyordum. Birgün yine o bahçe kapısından çıkarken peşine takıldım. Hızlıca bana döndü ve “Hoşt!” diye bağırdı. “Hoşt!” Sesimin en ince notasıyla bir “Hav” deyip oracığa çöktüm ve o gelene kadar kalkmadım yerimden. Gelip beni öyle görünce pişman olur sandım. Beni yine sever sandım. Olmadı. Sevmedi. Geldi, bana bakmadı bile. Sessizce eve geçti.

O günden sonra hiç takılmadım peşine. Mahallede başıboş gezen birkaç köpekle arkadaş oldum, ara sıra onlarla takılıyordum. Çoğu zamanda evin bahçesinde pinekliyordum. Belki Birol eskisi gibi yanıma gelir diye ümit edip duruyordum. Bir gün geldi yanıma. Keşke hiç gelmeseydi. O gün okuldan geldikten sonra odasının penceresinden bana bakıyordu. Birden bağırdı “Ordasın! Sen osun! Sensin!” Sonra koşarak yanıma geldi. Bahçedeki bir odun parçasıyla bana vurmaya başladı. Ne olduğunu anlayamadım. Ağzım gözüm kan revan içinde kalana kadar dövdü beni. Sonra kömürlükten çıkardığı bir zincirle bağladı. İşte bütün kötü günler o gün başladı. O günden sonra sonu gelmedi işkencenin, azabın.

Artık biliyorum ki benim ölümüm Birol’un elinden olacak. Ne demiş bir insan atasözü Herkes öldürür sevdiğini. Birol da beni öldürecek. Ben de onu öldürmek istiyorum ama boynumda zincir varken yapamam. Öldüren o olsun ne yapalım. Sevgimiz benden önce gömüldü zaten bundan sonra yaşasam ne yaşamasam ne. Birol yine evden bağırarak çıkdı. Yine beni zincirimden çeke çeke götürdü.Yine yorulana kadar beni dövdü. Yine öleceğim sanana kadar boğazımı sıktı. Yine yatıp dinlendi. Yine eve getirip bağladı.Yine Melek Hanım yaralarımı temizledi. Başımı okşadı. İçini çekti. Uzaklara daldı. Sonra kalktı eve yöneldi. Birden geri döndü. Boynumdaki zinciri çıkardı. “Hadi git” dedi kısık sesle. “Git.” Şaşırdım Öylece bakakaldım Melek hanıma. “Haydi Yumurcak git” dedi. Yavaşça çıktım bahçeden. Geriye dönüp baktım, Melek Hanım ağlıyordu. Ben de ağladım. Yavaş yavaş uzaklaştım oradan. Bir süre sonra koşmak istedim. Özgürce koşmak. Tıpkı Birol’la oynadığımız günlerdeki gibi. Ama koşamazdım. Çünkü koşmaya bile mecalim yoktu. Üstelik arka bacaklarımdan biri kırılmış olmalıydı, üstüne basamıyordum.

Evden iyice uzaklaştıktan sonra bir ağaç gölgesi bulup uzandım. Akşama kadar uyudum. Akşam köpek havlamalarıyla uyandım. Biraz ileride sürü hâlinde gezen köpekler vardı. Beni buralarda görürlerse yabancı olduğumdan hoşlanmayabilirlerdi. Oysa kimsenin ekmeğinde gözüm yoktu benim. Bunu anlayacaklarını sanmıyordum. Onun için uzaklaştım oradan. Evi merak ettim. Meral Hanımı, Birol’u. Eve doğru yürüdüm. Nasıl olsa Birol akşam dışarı çıkmaz, beni de göremezdi. Sessizce bahçeye girdim. Birol yine bağırıp çağırıyor, Melek hanım inleyerek yalvarıyordu. Kapının açıldığını duydum. Hemen saklandım. Melek hanım çıktı koşarak “İmdat!” diye bağırdı. Arkasında Birol çıktı. Melek hanımın saçından yakaladı. “Madem iti gönderdin cezasını çekeceksin. Kocan gibi sen de öl, senin de ruhuna işkence edeceğim,” dedi. Birlikte yere çöktüler. Birol elindeki bıçağı annesinin boğazına dayadı. Melek hanım artık yalvarmıyordu. Sadece inliyordu. Birol’un arkasından sessizce yaklaştım. Öyle hiddetliydi ki kendi bağırmasından beni duymuyordu. Dişlerimi boğazına geçirdim. Olabildiğince sıktım. Sıktım. Dişlerimi gevşettim bir daha sıktım. Birol’un elinden bıçak düştü. Sıkmayı bıraktım. Boğazından kan fışkırmaya başladı. Birol hırlayarak yerde çırpınıyordu. Melek hanım donmuş vaziyette oğluna bakıyordu. Sonra birden bağırmaya başladı. “Ambulans ambulans! Oğlum! Komşular ambulans çağırın ne olur.” Kimse çıkıp bakmadı. Zaten hiç çıkmazlardı. Melek hanım bana baktı. “Hav,” dedim. Yani “Ah yavrucuğum,” demek istedim. Onu anladığımı anlatmak istedim. İkimiz de sevdiğimizi kaybetmiştik. Ama başka çâre yoktu. Ya o bizi öldürecekti ya da biz onu. Melek Hanım derin derin soluyordu “Hoşt!” diye bağırdı bana. “Hoşt!”