Kaşıntı

Emine Genç

Benim için sabah, ay ışığının yerini çamaşır ipindeki donlara bırakmasıdır. Bir kedinin gündoğumuyla işi olmaz. Güneş yükseldiğinde penceredeki sıcaklığı hesaba katarsın. Pencere açık değilse de cama başını dayar, aşağıdaki güvercinlerin hayatla ne derdi olduğunu anlamaya çalışırsın. Sonra uyursun. Rüyanda patini bir güvercinin boynunda yakalarsın. Daha önce tatmadığın bu duygunun nereden çıktığını anlamaz, mırlayarak uyumaya devam edersin. Bugün uyuyamadım. Sırtım kaşınıyor.

Normalde yatak odasının kapısının arkasındaki mavi saplı fırçayla hallederim. Plastik ama işe yarar. Kimsenin önemsemediği şeyler, benim için yaşama nedenidir. Mesela o fırça. Ucundaki kıllar tam istediğim gibi dökülmeye başlamış gırç gırç kaşır beni. Ama bugün yerinde değil, kapının arkası boş. Pasaklı Necla kırk yılda bir evi temizlemeye karar vermişti de işe benim fırçamdan mı başlamıştı? Zaten oldum olası pek haz etmez benden, kumumu temizlerken de söylenip durur: “bakmayacaktınız madem getirmeseydiniz. Tüyü, kumu bitmiyor.” o öyle söylenirken kıçımı sallaya sallaya yanından geçip minderime yerleşirim, oh. Gece beni kucağına alıp ısınırken çok iyiyiz Necla hanım, o zaman hiç sesiniz çıkmıyor. Melike de almış olabilir tabii, bayılır benim eşyalarımı kaybetmeye. Onun yüzünden en sevdiğim farem kayboldu. Kıskanç Melike. Tüylerim onun kılkırçık saçlarından daha sarı diye çekemiyor beni. Zaten benim için önemli olan her şey, onlar için ya çöptür ya da yer kaplayan bir şey. Yer dediğiniz şey neden bu kadar kıymetli? Hemen bir toplayalım, ortalıktan kaldıralım. Dolap üstlerinizi, yatak altlarınızı bilmesek sizi temiz sanacağız.

Kuyruğumla kapıyı ittirdim. Açılmadı. Odanın içinden bir tıkırtı geldi ama kimse çıkmadı. İnsan bari bir gelip sırtımı kaşır, bir günaydın der. Neden bu sabah kimse benimle ilgilenmiyor? Ben ne zaman bu kadar görünmez oldum? Melike bile ortalıkta yok. Yavaşça mutfağa yöneldim. Kapılar açıktı ama dolaplar kapanmıştı. Necla Hanım peyniri çıkarmamış bu sabah, normalde ellerini nefis kokular arasında aceleyle hareket ettirirken kaşlarını kaldırıp kaldırıp beni mama kabıma göndermeliydi. Mama kabım da yarım. Belli ki bu sabah herkes benden nefret ediyor. Bir sesler gelmişti sabah. Biri öksürmüştü. Sonra sessizlik. Sonra ben. Hatırlanmayan ben.

Kendi başımın çaresine bakmalıyım, fırçayı aramaya devam ediyorum. Salona geçtim. Üç adam var burada. Ayakkabılarının ucundaki çamuru dikkatlice paspasa silmişler. Kediler, ayaklara bakar. Ayaklar nereye bastıysa ruh oradadır. Onların ayaklarında çamur yoktu. Toz vardı. Siyah toz. İçine çeksen boğazını yakacak türden. Yine de Murat Beyin yeni gelmiş ayaklarını içine çekmek kadar kötü değil.

Salondaki koltuk kaldırılmıştı. Eskiden altına girip saklandığım koltuk. Tırnaklarımı temizlemeyeyim diye üzerine gıcık bir örtü serdikleri koltuk. Orada bir tüy yumağım vardı, yanında da ne zamandır bulamadığım farem. Benimle konuşan tek varlıktı o. Parke solgun, küskün. Koltuk giderken bir gıcır sesi çıkarmıştı. O ses, gitmenin sesidir.

Sırtım kaşınıyor, ben hâlâ fırçayı düşünüyorum.

Necla, camın önünde dikiliyor. Camı sildiği falan yok tabii. Elindeki sigara, parmaklarının arasına yapışmış gibiydi. Dumanın gittiği yeri izliyor ama orada ne olduğunu bilmiyordu. Kendine bakmakla bakıyor gibi yapmak arasında fark vardır. Kediler bunu anlar. Necla, artık bakmıyordu. Gözleri bir an içimi sızlattı. Kediler hisseder. Gidip ona mır’lamayı düşündüm. Ona iyi gelebilirdim. Ben mırlarken elini sırtıma koyardı, parmakları tüylerimin arasına girerdi, ufak ufak kaşı… Ah ona ne iyi gelirdim!

Telefon çaldı. Açmadı. İkinci kez çaldı. Yine sessizlik. Sadece koridordaki saatin tik takları duyuluyordu. O saat geçen hafta durmuştu. Ama tik tak hâlâ vardı. Demek ki bazı şeyler durmuş gibi yapıyor, ama içeriden çalışıyor. Telefon hayallerimi yarıda kesti. Necla’dan bana hayır yok. O her yeri boşaltmış, dalmış gitmiş bir yerlere. Kendimi sessizce banyoya attım. Kapı aralıktı. Işık sızıyordu ama düğme basılmamıştı. Bu evde artık hiçbir ışık doğru dürüst yanmıyordu. Banyonun köşesinde eski bir tarak vardı. Sapı çatlamış. Denedim. Kaşındırmadı. Tüylerim kabardı. O eski fırça gibisi yoktu. Onu bana vermemişlerdi. Ben almıştım. Sessizce, kimsenin fark etmediği bir anda. Böyle şeyleri kimse çalmaz. Ama çalan da çok olur. Salona döndüğümde, adamlar gitmişti. Necla hâlâ camdaydı. Ortada boş bir sehpa, yere saçılmış evraklar. Bazılarında mühür gibi bir şey. Kırmızı. Kırmızı şeyler hep çarpıcıdır. Bir kâğıdı kokladım. Kurumuş ter kokuyordu. İnsanların kaygısı, terden önce burna çarpar.

Penceredeki karton kutumu da kaldırmış Pasaklı Necla. Ne güzel güneşte ısınırdı, içinde kıvrılırdım. Sonbaharda bile orası sıcak olurdu. Yoktu. Bundan sonra ben de seni ısıtırsam güvercin olayım. Kutusuz bir pencere, güvercin telaşına benzerdi. Gürültülü ve anlamsız. Bu evde herkes bir şeyini kaybediyordu. Ben de öyle. Ama ben bulacağım. İnsanlar kaybeder, kediler bulur. Çünkü biz aynı yerde daha uzun süre bakarız.

Yatak odasına geri döndüm.

Kapı açıktı bu kez. İçeri girdim. Perdeler sökülmüş.

Fırça yoktu.

Ama yatağın altına eğildiğimde, eskiden fırçayı sakladığım kutuyu gördüm. Kutunun içinde fırça yoktu ama sapı vardı. Kırılmış. Biri onu atmaya kalkmış ama işini yarıda bırakmış. Melike’nin gıcıklığıdır kesin. Kokladım. Tanıdık. Yüzümü sürttüm.

Salona döndüm.

Kadın gitmişti.

Yalnızdım.

Sehpanın üstünde kâğıtlar, sigara izmaritleri ve küçük bir anahtar.

Bu evde artık kilitlenecek bir şey kalmadı.

Ama benim kutum hâlâ benimleydi.

Yatağın altındaki fırça sapının yanına kıvrıldım.

Gözlerimi kapattım.

Dışarıdan bir kamyon sesi geldi.

Pencere perdesiz, ama ben sırtımı dönmüştüm. Çünkü kediler bazı şeylere sırtını döner. Görmedikleri sürece, yokluğu kaybolmamış sayarlar.