Hikaye’nin Ahmeti
Sırtımı zemine paralel uzattım güneşin karnıma düşmesiyle adeta mest olmuş yatıyorum. Nilay da yatardı böyle sırt üstü. Bacaklarını diz kapaklarından kırıp uzatırdı. Benim şimdi yaptığım gibi. O bunu yaparken güneşin açısını kollamazdı tabi ya da benim gibi uyuklamazdı. Haftada iki üç kere, yere bir şey serip, televizyondan bir şey açıp bacaklarını uzatır, kısa nefesler alıp verir, bacakları yarı katlanmış iken yerden olabildiğince uzanıp eliyle oraya değmeye çalışır. Bu anlamsız hareketleri bir rutine binmeden evvel, bunları ilk yaptığı dönemlerde hastalandığını düşünüp çok kaygılanmıştım. Başında beklemiştim. Havlamıştım. Ulumaya kalkışmıştım. Sonra gidip hazır yerdeyken yüzünü yalamıştım. Yüzüme hafifçe vurup sonra öpmüştü. Bu onun “beni rahat bırak canımın içi” hareketiydi. Bana da “her şey yolunda demek” hissi veriyordu. Kötü bir şey olmadığından emin olduğumda, yüzümü patilerimin arasına alarak oturur, gözlerimle bu tuhaf hareketleri izlemeye devam ederdim. Sonraları bu hareketlere sadece göz ucuyla bakıp, salona geçer, camı gören koltuğa kurulur, dışarıyı seyreder oldum. Dışarıda Nilay’ın tuhaf hareketlerinden daha çok aksiyon oluyordu çoğu zaman.
Güneş karnımı yakıyor. Aynı zamanda yakınlarda bir yerlerde yakılan mangal kokusu ciğerlerime doluyor. Et pişirilmeye başlanmadı ama ateşe henüz konulan ızgaradaki eski yağ kokusu, her nefesimde içime işliyor. Ahmetin kokusunu da böyle almıştım. Daha o ortalarda yokken. Nilayın üzerinde eve gelmeye başlamıştı o koku. Sonra bir gün, bu kokuyu almaya alışmamın üzerinden bir - bir buçuk ay geçtikten sonra, eve gelen bir adamla, hem yoğunlaştı hem de somutlaştı o koku. İlk karşılaşmamızı hatırlıyorum da, hiç bir yabancıya yapmadığım kadar soğuk davrandım kendisine. Önce uzun uzun kokladım, ayakkabılarını, ayaklarını, tuvaletten mutfağa gittiği her yeri, girdiği her odayı sürekli kokladım. Uzun bir müddet yanına yaklaşmadım. Ben otururken gelip bana dokunmaya çalışınca, bulunduğum yeri terk ettim. Nilayın kucağındayken kafama dokunmaya çalıştığında da ani bir hareketle elini hafiften ısırdım. Ahmet bağırdı. Nilay da şaşırdı; ama ben Nilay’dan daha çok şaşırdım. Alt tarafı uyarmak için hafiften ağzıma aldım elini, istesem koparıp atamazmışım gibi, nedir bu çığlıklar, dramalar, olaylar? Bozulmuştum, en çok da Nilayın beni alıp bir odaya kitlemesine. Ahmet o gece bizde kaldı. Benim bulunduğum odanın kapısını sabah Nilay açıp beni birdenbire evden çıkarınca fark ettim bunu. O melun koku hala gitmemişti evden. Ayakkabılar da.
Yüz üstü döndüm. Patilerimi uzatıp boynumu yere yapıştırdım. Gözlerimin içine otlar doluşuyor gibiydi. Yine de beni gördüğü için yolunu değiştiren sıska bir adama nefret dolu bakışlar attım. Tıpkı çok uzun bir süre eve her geldiğinde Ahmet’e attıklarım gibi. Artık çok daha sık geliyordu eve. Her yerde görüyordum onu. Mutfakta, salonda, Nilay’ın yatağında, çok sevdiğim köşe koltuğunda. Sadece onu da görmüyordum üstelik, Nilayı neredeyse sadece onunla görmeye başlamıştım. Ya beraberlerdi, ya da ben yalnızdım. Nilayla ikimizin yürüyüşleri, beraber film izleyişlerimiz, beraber uyumalarımız hiçbiri kalmamıştı. Ya bunları üçümüz yapıyorduk. Ya da ben onların yolunu bekliyordum.
Bir anne ve çocuğu bana doğru yaklaşmaya başladılar. Temkinli adımlarla. Kadın, çocuk benden korkmasın diye çocuğu sıkıca tutuyor. Bir şey yapacak olursam çocuğu kollayabilecek bir posizyonda olduğundan emin. Başımı kaldırıp onlara doğru hırlıyorum. Anne çocuğu kucakladığı gibi benden uzaklaşıyor. Uzaktan duyduğum çocuğun ağlama sesleri hoşuma gidiyor. Küçük insan yavrusu sevmem. Yani artık sevmiyorum. Nilay’ın yavrusunu tanıdığımdan beri. Evdeki yoğun, farklı, o üçüncü koku. Ahmete ve Ahmetle birlikte hissettiğim yalnızlık rutinine yeni alışmıştım ki o geldi. Nevra. Nevra’ya Ahmet’e olduğundan çok daha hızlı alıştım. Kokusu hoşuma gitti. Onu gözetmeyi kendime görev bildim. Ağladığında yaladım. Uyuduğunda içimdeki havlama ve uluma isteklerini bastırdım. Kendi kaprislerimi, ona bakım verenleri daha fazla yormamak adına törpüledim. Çişimi daha uzun tutar oldum. Sırf canım sıkılıyor diye dışarı çıkmak için kapı tırmalamayı bıraktım. Açlığımı bile sadece bakışlarımla anlatmaya çalıştım. Nevra geceleri ağlama krizlerine girdiğinde çoğunlukla Nilay’a ben refakat ettim. Ama Nevra susmadı. Gözleri kızardı, nefesleri seyreldi, hapşırmaktan kendine gelemez oldu. Sık sık gece yarısı aniden topluca evden çıkar oldular. Hastaneye gidiyorlardı. Sabaha karşı ancak döndüklerinde Nevra -neyse ki- uyuyor, Nilay Nevra’nın başında duruyor, Ahmet sadece beni en yakın ağaç dibine çişe götürüp eve tekrar döndüğümüzde de yemeğimi vermekle yetinerek, hemen uyuyor oluyordu.
Birden başımda feci bir acı hissettim. Bir süre önümü göremedim. Can havliyle ayağa kalkıp körlemesine koştum, koştum. Sesler uzaklaştı. Boğazıma dolan koku hafifledi. Gölge, kuytu bir ağaç altında durdum. Bir şey atmışlardı muhtemelen kafama. İnsanlar durduk yere böyle şeyler yapabiliyordu. Anlam vermek imkansız. Ben de yaşamım evin sadece bir odasına hapsedildiğinde olan bitene önce bir anlam verememiştim. Bazen temizlik yapıldığında böyle oluyordu. Ya da eve benden deli gibi korkan bir manyak geldiyse, beni bir odaya kapattıkları olurdu. Ama hiçbiri bir günden daha uzun sürmezdi. Nilay yemeğimi odaya getiriyor, sonra kapıyı kilitleyerek çıkıyordu. Ahmet sabahları beni çekip çekiştirerek evden çıkarıyor, biraz dışarda yürütüyor, sonra yine çekip eve getiriyor ve odaya kitliyordu. Bu böyle bir süre devam etti. Nilay’ı arada sırada, Ahmet’i ise günde bir defa görmek dışında dört duvar arasında yaşıyordum. Nevra’yı asla göremiyordum. Hırçınlaştım. Odaya sıçtım. Perdeleri yırttım. Gece vakti sırf canım sıkılıyor diye ulumaya başladım. Ardımdan Nevra’nın ağlama sesleri gelmeye başladı. Ve Nilay’la Ahmet’in kavga sesleri de bize eşlik etti.
Yanıma biri yaklaştı. İnsan değil. Benim gibi köpek. Avantajlı olabileceği kadar dezavantajlı da olabilecek bir mesele. Sonuçta türümüzle aramızdaki kavga, insanla türümüz arasındaki kavga gibi anlamsız ve yok yere değil; hayatta kalmak, üremek, yemek bulmak gibi gerçekçi sebepler üzerinden çıkıyor. Neyse ki o kavgasız gürültüsüz bana anlamlı bir uzaklıkta oturdu yere. Benimse evden, Nevra’dan ve yıllardır dostum olan Nilay’dan ayrılmam hiç de gürültüsüz olmadı. Ahmeti zaten hiç sevmemiştim. Ahmet’e Nilay için katlanıyordum. Ama Nevra öyle değildi. Küçüktü, savunmasızdı, Nilay’a benziyordu, mis gibi kokuyordu. İçimde onu koklama, onun yanında durma, kendi yavrum gibi koruyup kollayıp yalama arzusuna engel olamıyordum. Sanırım sorun da buydu. Beni Nevra’dan uzak tutma projeleri benim evi ahıra çevirmek tepkimle sonuçlanınca, bir gün Nilay ve ben bir yolculuğa çıktık. Deli gibi mutluydum. Eski günlerdeki gibi ikimizzzz. Ahmet salağı yok, çok sevsem de Nevra kaprislisi yok. Sadece ikimiz, nereye gidiyorduk ki? Belki koşacaktık, yuvarlanacaktık. Eskiden olduğu gibi sadece Nilayın kucağında oturacaktım. O bir şeyleri fırlatacak ben koşup getirecektim, akşam eve yorgun argın uykulu dönecektim. Nilayın verdiği sudan kana kana içip sonra, sonra belki beni yine odaya da kapatmazlardı artık. Anlamışlardı derdimi. Bu yolculuk olsa olsa koca bir özür yolculuğuydu. Bu hayaller içinde arka koltuğundan kafamı uzatarak gittiğim yolculuk gerçekten de beklediğimden uzun sürdü. Hatırı sayılır bir süre sonunda araba durdu. Nilay arabadan indi. Beni indirdi. Zıplayıp, hoplayıp, onun hoşuna gideceğini bildiğim her türlü şebekliği yaptım. Kuyruğuma titreşim özelliği gelmiş gibiydi. Ama Nilay’ı mutlu edemediğimi fark ettim. Gözleri nemliydi. Ne olmuştu, Ahmetle mi kapışmışlardı? Nevra iyi miydi, o neden gelmemişti. Hiç birini anlamadan, bir eve doğru yürüdük. Müstakil. İki kişi bize doğru yürüdüler. Ayakta bir süre Nilay’la konuştular. Benimle fazla ilgilendiler. Ben de Nilay’dan özür dilemek için bu nefret ettiğim kokuların bana yaklaşmasına izin verdim, kapris yapacak durumda değildim. Hepsinin kotasını evdeki odada hayli tüketmiştim. Sonra beni dışarda bir kulübeye bağladılar. Nilay bana sıkıca sarıldı. Bu biraz garip gelmişti. Gözyaşları kafamı ıslattı ayrılırken. Anlayamıyordum. Bu kadın neden ağlıyor, beni neden buraya bağladılar, Nilay neden geri geri gidiyor. Nilayı neden göremez oldum bir süre sonra. Uludum, acı acı uludum. Havladım. Zincirimi koparmaya çalıştım. Oraya bağlandıktan sonra üç gün boyunca ağladım. Nilay geri gelmedi.
Yanımdaki kıza baktım. Kız tabi, kokusu öyle ama genç. Sokaklarda ne yapıyor diye düşünüyor insan yine de. Hala ölmemiş, hala sahiplenilmemiş, görünüşe göre hala o kadar da vahşileşmemiş. Benim nedenlerim vardı sokak köpeği olmak için. Yeni “evim” diyemeyeceğim “bağlandığım yer”de bana bakanların kokusunu sevmiyordum. Yemekleri devirdim, yemek kabımın içine işedim, beni gezdirmek istediklerinde ellerini dişledim falan derken sonunda beni saldılar. Yeni bir ilişki geliştirecek, bir insan türüne daha güvenecek değildim; yine de eski evimin olduğu yere zor da olsa gittim. Nilayı gördüğümde kalbim yerinden çıkacak gibi oldu, arkasından meymenetsiz Ahmet geliyordu, kucağında Nevra. İyi dedim bu grup sadece üçlü takılabiliyor madem, ben gidince tam olmuşlar. Özellikle Nevra’yı iyi gördüm. Ben evde olduğumdaki gibi ağlak değil, burnu ve gözleri kırmızı değil, sürekli öksürmüyor, iyi madem dedim. Nilay mı? Nilay’a söyleyecek bir sözüm yok. Bu ayrılığın onu üzdüğünü biliyorum elbette, ama bu üzüntüyü göze almayı da o tercih etti.
Kız kalktı. Ben de peşinden kalktım. Birazdan kopacak olan fırtınalı kaç göçten evvel, buna değer mi diye kendime sordum. Şu kızla benim de bir dolu nevramız olsa, hayatımızdan çıkarmamız gereken başka sevdiklerimiz var mıydı? Benim yoktu. İnşallah kızın da yoktur. Bu hikayenin Ahmeti olmak istemem ben.