“Yıllar önce bu kadar kalabalık değildi o kasaba. Üç tepesinde üçer ev vardı sadece. Toplamda dokuz hane ile ıssız bir kıyı kasabasıydı. O zamanki adı Halilli idi. İnsanlar oraya balık tutmak ya da oradaki hekime başvurmak için giderlerdi. Tahsilli doktor yok idi ama atadan anadan bir miras vardı. Neydi adı o hekimin? Hah, hatırladım: Perinaz Ana. Biliyorum, sen de şaşırdın. Bekledin ki bir er adı söyleyeyim. O zamanlar erlik de başkaydı ya şimdi sırası değil konuşmanın. Perinaz Ana vesile olmuştu işte. Yoksa kim inanır UFO’nun varlığına?”
Nazif Amca önündeki odunları kırmaya devam etti. Bir yandan odun kırıyor bir yandan da eskileri yâd etmenin acımtırak hazzını yaşıyordu. Köyün çobanı vardı yanında. Beş on dakikalığına uğrardı her gün. Nazif Amca da anlatır dururdu. Zaten torun torbaya karıştıktan sonra karşılıklı hasbihal edecek kimseyi bulamamıştı. Allah yüzüne baktı da oğluyla gelini yamacındaki ilçeye taşındılar. Böylelikle her hafta sonu torunu İbrahim ile vakit geçirip ruhunu tazelemiş oluyordu. İbrahim’in her gelişinde gözlerinin ışığı da geliyordu. Onu oynayarak karşılardı ve dilinde hep yörenin o meşhur ninnisi vardı:
Atem tutam men seni
Şekere gatem men seni
Akşem baben gelende
Ögüne atem men seni
İbrahim ise küçücük bedeni ile dedesine koşar ve her seferinde ayağı takılır, çimenler üstünde yuvarlanırdı. Uzaktan gören biri, bir topun yuvarlandığını düşünebilirdi.
O gün Nazif Bey’in oğlu İhsan ve gelini Ayfer yine sabah erkenden yola koyulmuşlardı. İbrahim arabanın arkasında hop oturuyor hop kalkıyordu. Altı yaşında olmasına rağmen türküler eşliğinde uçsuz bucaksız tarlalara bakma yetisi kazanmıştı. “Zeytin yaprağı yeşil le, altında gayfe bişir, benden sana yar olmaz le, get aklın başan devşir.” Anadolu’nun her ağzına, her şivesine aşinalık kazandığı bir gerçekti. Babası İhsan, oğlunun önce kendi toprağını tanımasından pek hoşlanıyordu. “Bizimki Halil İbrahim’in toprağından. Bin bereketle hizmet edecek vatana, millete.” derdi. Hakkı da vardı. İbrahim hem zeki dolayısıyla meraklı hem de yetenekli bir çocuktu. Ama en güzel özelliği nazikliğiydi. Bazen bu kadar nazik olması anne ve babasını korkutsa da mutlaka iyi ki dedirten bir şeyler yaşatırdı.
Nazif Amca yaşına rağmen oldukça çevikti. Tuttuğu işi hemencecik bitirirdi ama kırdığı her odunda bir yola bir de tepelere baktığı için işi bir hayli uzamıştı. Çoban kırık Türkçesiyle sorular soruyordu, Nazif amca da sıkılmadan cevaplıyordu. Onlar konuşurken kırk yıllık yoldaşı Halime Ana ayran çalkalıyordu. Buz gibi tulumba suyundan yapılmış köpüklü ayranlar, bakır bardaklarda geldi. O kulplu bardakta içmesi de bir keyifliydi ki… Güneş altında kavrulan bu iki adama cennetten bir ikramdı adeta. Nazif amca tek yudumda içti ayranı. “Allah olmayanlara da nasip etsin. Allah senden razı olsun hatun, ellerin dert görmesin.” dedi. Çoban da ayranını içmiş, ayakta tepsiyle bekleyen Halime Ana’ya bardağı uzatmıştı çoktan. “Müsaade amca!” deyip yerdeki sopasını aldı. Nazif Amca “Uğurlar olsun evlat.” derken bile gözü hâlâ yollardaydı.
“İbrahim gelse de şu meşhur kasabayı anlatsam ona.” dedi kendi kendine. Kırılmamış odunları görünce hızlanması gerektiğini anladı. Köylüler gelsinler de yiğit görsünler. Nazif Amca tek başına bir fabrikaya dönüşmüştü. Odunları o kadar çabuk kırdı ki kendisi de şaşırdı. Baltayı kömürlüğe bırakıp odunları taşımaya başladı. Düzenli bir şekilde odunları da yığdıktan sonra bahçeye geri döndü. Ağaçların altındaki çardağa doğru ağır aksak yürürken korna sesi duydu. Kalbi bir anda o kadar hızlı çarpmaya başlamıştı ki yürümeye korktu. Bir süre arabanın iyice yaklaşmasını bekledi. Araba tepedeydi, işte şimdi kapıda. Heyecanlı adımlarla kapıya doğru yürümeye başladı. Bu sefer sadece kollarını kaldırıp el sallayabildi. İbrahim arabadan inip dedesine doğru koşmaya başladı. Bir kalp çarpıntısı daha. “Aman düşmeyesin!” Dedesi İbrahim’i kalbinde taşıyordu. İbrahim dedesinin kollarındayken ait olduğu kalp de sakinleşmişti. “İsmail’in olayım be çocuk!” Nazif Amca elinden gelse kendini İbrahim için kurban edecekti. İbrahim kocaman siyah gözleriyle dedesine hayran bakışlar atıyordu. Ne de güzeldi dede-torun sevgisi… Nihayet herkes kucaklaşmıştı. Ayfer ve Halime Ana sofrayı hazırlamak için içeri girmişlerdi bile. Nazif Amca ve İhsan da çardağa geçmişlerdi.
Nazif Amca İbrahim’i dizlerine oturtmuş, bağrında bir gül taşıyor gibi onu dikkatlice sarmalamıştı. “Hallilli’yi hatırlar mısın oğlum?” dedi. İhsan kasabanın adını duyar duymaz bir coşku denizine atladı: “Hatırlamam mı baba? Çocukluğumun en heyecanlı zamanlarını geçirdim ben orada.” Nazif Amca, oğlunun gözlerine muzip bir bakış fırlatarak İbrahim’i gösterdi, İhsan mesajı almıştı: ”İbrahim, sen UFO nedir bilir misin evladım?” İbrahim de zamane çocuğuydu, elbet bilirdi: “Biliyorum baba ama onlar gerçek değil ki.” Merakın fitilini ateşleyecek o cümleyi Nazif Amca kurdu: “Baban senin yaşlarındayken biz bir tane UFO gördük ama.” İbrahim’in kocaman gözleri daha da büyümüştü. Dedesinin kucağından inmiş, birebir göz teması kurmak istemişti sanki: “Şaka mı yapıyorsun dede? Ama annem şaka da olsa yalan söylenmemeli demişti bana.” Nazif amca gelini Ayfer’in vefat etmiş yedi ceddine rahmet okudu. “Annen doğru söylemiş ama biz de doğruyu söylüyoruz. İstersen anlatalım sana.” İbrahim bu sefer babasının kucağına oturmuştu. Meraklı bakışları dedesinin iki dudağından çıkacak sözleri bekliyordu.
“Babacım, annem çardakta kuralım sofrayı diyor. Ne dersiniz?” Gelini Ayfer seslenmişti. “Olur kızım, serin burası.” Nazif Amca hem İbrahim’in merakını gidermek hem de çabucak karnını doyurmak için ayağa kalkıp sofra bezini serdi masaya. İhsan yardım etmeye yeltense de Nazif Amca izin vermedi. Yüzünde bir tebessümle başladı söze: “Baban altı yedi yaşlarındayken ben balıkçılık yapardım. Van denizinde inci kefali avlardım. Bereketliydi o zamanlar. Bazen balığa gider bir hafta dönmezdim. Kıyı kıyı dolaşır, rızkımı arardım. Bazen baban da benimle gelirdi ama daha yakın yerlere götürürdüm onu. Bir gün tutturdu ben de geleceğim diye. Allaaaah, ayaklarını yere vura vura ağlıyor. Ben gitsem belki on gün dönmeyeceğim. N’apsak ne etsek de şu inatçı babanı ikna edemedik. Mecburen yanıma aldım.” İbrahim, babasına inatçı denilmesinden çok hoşlanmıştı. “Babacım sen de inatçıymışsın.” deyip güldü. O esnada sofraya salataları getiren Ayfer, İhsan’a zafer dolu bakışlar attı. Belli ki bu durumdan hoşlanan sadece İbrahim değildi. Nazif Amca, oğluyla gelini arasındaki iletişimi kesmemek için başını yerden kaldırmamıştı. Ayfer tekrardan içeri girince sözüne kaldığı yerden devam etti: “Aldım İhsan’ı, gittim Halilli’ye. Küçük bir teknem vardı, oranın kıyısına bağladım. Orada yatar kalkar, ara ara kasaba halkının ikramlarından yerdik. İki gün güzel iş yaptık. Üçüncü gün baban hastalandı. Perinaz Ana var, kasabanın hekimi. Aldım babanı, ona götürdüm. Bademcikleri o kadar şişmişti ki nefes alamıyordu baban. Perinaz Ana ellerini babanın boğazına geçirdi, bademcikleri öne doğru çekmeye başladı. Baban çığlık çığlığa. El mahkûm bekliyorum ben de.” İbrahim atıldı hemen: “Hapse mi koydular seni?” Nazif Amca duraksadı ama anladı hemen: “El mahkûm demek, mecburen demek. Yani mecburen bekledim.” İbrahim anlamış gibi başını salladı.
“Perinaz Ana, babanın bademciklerini çekti ve sonra bana dönüp, şu tepenin arkasında duran bir şey var, onun etrafında üç kez döndür çocuğu, dedi. Tepenin arkasında ne var diye sorsam da, git kendin gör, dedi bana.” Nazif Amca en heyecanlı yerine gelmişti ama bu kısmı İhsan’a bırakmak istemişti. “Ben iyice yoruldum, baban anlatsın devamını.” İhsan kutsal bir görevi devralmış gibi İbrahim’i kucağından alıp yanına oturttu. Ayfer ve Halime Ana da gide gele sofrayı bir güzel doldurmuşlardı. Artık herkes masadaydı.
İhsan bardaklara doldurulan ayranlardan birini aldı, bir yudum aldıktan sonra anlatmaya başladı: “Perinaz Ana’nın dediği yere gittik ama gözlerimize inanamadık. Bir UFO yere çok yakın bir şekilde öylece havada duruyor. Aynı topaç gibi etrafında dönüp duruyor. Ben korktum tabii ama babam cesur adam, elimden tuttuğu gibi tepeden inmeye başladık. UFO’ya yaklaştıkça büyüyordu sanki. Nihayet UFO’nun tam altına gelmiştik. Dedenle ben üç kez döndük etrafında ama o da döndüğü için üçten fazla olmuştu bence.” Halime Ana yemeklerin soğumasından korkmuştu: “Bir yandan da yemek yiyin de soğumasın bari.” Nazif Amca hanımının sözünü dinleyip kaşıkladı tabağını. Ayfer İbrahim’e birkaç lokma yemek yedirdikten sonra İhsan sözüne devam etti:” Meğer üç gündür orada öylece duruyormuş. Biz dedenle orada kamp kurduk. Tekneyi de UFO’ya en yakın kıyıda bıraktık. Ama iş beklemez, babamın balıkları satmak için pazara gitmesi gerekiyordu. Beşinci günün sabahı babam beni Perinaz Ana’ya emanet edip ilçedeki pazara gitti. Ben UFO’nun dibinden ayrılmadım. O gün akşama doğru pazardan dönen başka bir balıkçı, babamın sabah döneceğini söyledi. Biraz korkmuştum ama UFO’ya olan hayranlığım beni sakinleştirmişti. Perinaz Ana beni evine götürmeye ikna edemediği için o gece de UFO’nun yanındaydım. Ama uykuya daldığım bir esnada bir ses duyup uyandım. Hemen UFO’ya baktım. Kuzey ışıklarıyla donatılmış gibiydi. Işıklar gitgide artıyordu ve ben artık bakamıyordum. Gözümü kıssam da fayda etmiyordu. Artık gözüm kapalıydı ve çok korkuyordum. Derken ortalık bir anda karanlığa gömülmüştü. Perinaz Ana, diye bağırınca Perinaz Ana’nın o yumuşak ellerini omzumda hissetmiştim. Yine de korkudan bayılmışım. Meğer UFO bir anda ortadan kaybolmuş. Perinaz Ana beni kucağına alıp evine götürmüş. Sabah babam gelene kadar uyanmamışım.”
Nazif Amca İbrahim’in korkmuş olacağından endişelenip atıldı: “Yaa gördün mü? UFO gören şanslı insanlardanız biz.” İbrahim merakla sordu: “Bir daha hiç geri dönmedi mi?” Nazif Amca bıyık altından gülerek: “Dönmedi ama asıl olay sonrasında başladı. Ben babanla ne zaman oraya gitsem bambaşka bir şeyle karşılaşıyordum. Meğer UFO’yu görenleri mübarek ilan etmişler. Babanla ben de dâhildik bu mübarekliğe. O olaydan bir ay sonra tekrar gittiğimizde Perinaz Ana’nın vefat ettiğini öğrendik. Bizi bilenler ama bizim bilmediğimiz onlarca insan bizden medet umuyorlardı. Yalan olmasın, rızkımız için üç defa gittik oraya ama Halilli artık uğramamamız gereken bir yer olmuştu. Allah’a elini açacağına bizim gibi aciz insanlardan medet ummaları beni kızdırmaya başlamıştı.” Nazif Amca sözlerini bitirmiş gibiydi. İbrahim’in gözlerine bakıp içinden “Büyü be çocuk, daha konuşacak çok şeyimiz var.” demişti. Son cümlelerinin ağırlığı onu yormuştu.