Canım hep çiçekli şeyler yazmak istiyor. Dünyaya bakınca sadece çiçekleri gördüğümden değil. Burnuma sadece çiçek kokusu gelmiyor elbet. Ama ben çiçekli miçekli şeyler yazmak istiyorum bayım. Bu cümleyi de bir şairden aşırdım. Çiçekli miçekli yazıyoruz diye çiçek tarlamız var sanıyorlar gerçi. Sanmasalardı. Yazdım diye inanmak zorundalar mı? İnsan az septik olmalı derdi bir hocam en septik olduğum zamanlarda. Adının bu olduğunu bilmezdim. Ona bakarken anlattığı gibi düşünmediğinden şüphelenirdim. Haklı çıktım yıllar sonra. Sezgilerim öküz kadar kuvvetlidir. Sezerim de sezmemiş gibi yapar rahatımı bozmam. Ondan dolayı da yazar oldum zaten. Sezdiklerimi dümdüz diyemiyorum ama yazıyorum. O zaman yalan dolan sanıp ciddiye almıyorlar.
Yazdıklarımla umut vadediyorum çoğu kez. Bunu babamla izlediğimiz filmlerden ve futbol maçlarından öğrendim. Kırmızı renomuzda çalan o kadar umutsuz şarkıya rağmen başımı arabanın penceresinden uzatıp rüzgârı yiye yiye dolaştıkça kulağıma dolan arabesk şarkılar dünyanın en çiçekli şarkıları gibi geldi hep. Annem, bahçemizi sel basınca selin alıp götürdüğü fidelerin yerine hemen yenilerini dikerdi. Tüh, böyle kalsın bari demezdi. Umudun şeklini, vücudunu iyi bilirim. Salınıp gider ben yazdıkça sayfalarımda. Umudu yaşatırım demiyorum ha. Yazmak, yaşatmaksa yaşatırım da o ayrı. Umudu bilirim, dolayısıyla yazabilirim.
Pollyanna diye hastalıklı bir kız var. Vara yoğa iyimserlik elbisesi biçiyor. Beni ona benzetenler çıkıyor arada. İyice paylıyorum onları. Bir okurum mektubunda demişti ki: “Nezaket Hanım, yazdıklarınız sayesinde nefes alıyorum inanın. Görüp geçirdiklerime kulak versem bu hayat nasıl geçer bilmiyorum. Ancak yazdıklarınıza bazen de bu kadarı fazla diyorum. Sizce de bu kadarı fazla değil mi?” Cevap yazmadım. Sonra bana iletilmediğini düşünerek bir önceki mektubun aynısını yolladı. Ona da cevap vermedim. Bir süre sonra yakın arkadaşıymışım da ona tavır yapıyormuşum gibi n’oldu küstünüz mü demeye varan bir mektup daha geldi. Cevap vermedim. Madem ben umut saçan bir yazarım. Madem dünyaya dair yalanlar söylüyorum. Görsün o zaman umutlar nasıl çat diye kırılırmış. Yeri geldiğinde herkese dersini vermesini de bilirim. Bir sahnede bir silah varsa mutlaka patlar, demiş üstat Çehov. Alakası olmasa bile yazmak istedim.
İmza günlerimdeki kuyruk inanılır gibi olmaz. Öğretmenlerden kimileri zorla okutuyormuş kitaplarımı öğrencilerine, duyuyor ve takdir ediyorum. Gönülsüz gönülsüz uzatıyor kitaplarımı imzaya kimileri. Kimileri yazar değil de devlet başkanıymışım gibi heyecanla. Bu iki zıt durumda içime dönüp şöyle fısıldıyorum: “Kızım Nezaket, tam da dünya işte tam da dünya.” Bir keresinde baktım bakışlarından bir şey anlamadım bir okurumun. Onu canlandırmak istedim, kafasını işletsin istedim de şöyle yazdım uzattığı kitaba: İki anlamı yumurta gibi birbirine çarparsanız ne olur? Betül’e en derin sevgilerimle. Nezaket Köklü. İşe yaradı. Gözüne fer geldi de sormayı akıl edebildi. “Pardon Nezaket Hanım,” dedi. “Ne demek istediniz burada? Ne dediğinizi anlamadım ama beğendim. Anlamadan beğenmek insanın içini bir tuhaf ediyor. Bilirsiniz.” “Bilmem,” dedim. “Anlamadan beğenmem ki ben. Hem filozof değilim ki. İmgesel mimgesel bir şeyler işte. Kahvaltıda elimde haşlanmış yumurta oyalanırken aklıma gelmişti. Size nasipmiş.” Ben böyle deyince gözünün feri arkasını döndü de gidiverdi. Teşekkür edip ayrıldı yanımdan.
Evet, canım hep çiçekli şeyler yazmak istiyor. Yazıyorum da. Okuyanlara şifa olsun. Yazarken de bana. Bir gün bir mektup aldım ama. O biraz huzursuz etti beni ne bileyim. İsmi cismi de yok. Tek cümle yazmış yollamış: “Ayıp değil mi?” Sonra düzenli aralıklarla bu mektuptan gelmeye başladı. Tek yaşadığımdan annemi çağırdım yanıma. Cevval kadındır. Yollayanı bir bulursam kemiklerinden un yapar pasta çırparım, dedi. Ben bile ürktüm onun bu tasvirinden. Midem döndü. Babama bahsettim annem böyle diyor, diye. Abartmayı sever, sen de ona çekmişsin, deyip güldü. Ona çekmeseydin yazar olamazdın ama, diye de teselli etti. Babaların tesellisi komik oluyor, güldüm. Nezaket isminden sebep zaten kendisine biraz küskünüm. Yazar adı böyle olur mu diyen çıkıyor arada? Orhan ismi çok mu yazar adı da deyiveriyorum. Orhan diye bir karakter yazsam sekiz beş memur yapardım onu diyorum. Karakter yazmak zor bir şey diye algıladıklarından saygıyla karışık kabule duruyorlar. İçimden kıs kıs gülüyorum.
Ne diyorduk? Hah, ayıp değil mi yazan mektup. Annemin kemik unlu keki. Mektupların arası sıklaştı. Benim anksiyetem sökün etti. Uyku uyuyamaz oldum. Bir keresinde gölgemden kaçtım. Başka bir seferde de mahallenin uyuz kedisini ejderya sandım. Ama umutlu şeyler yazmaya devam ettim. Korku olarak soluyup mutluluk olarak geri verdim nefesimi. Kitap fuarı için Yozgat’a davet edildim. Annem ısrar etti ben de geleyim diye. Güvenli anne orası, dedim. Korkma. Moğollar bile uğramamış. Bu bilgiye de sosyal medyadan ulaşmış olmak güvenimi sarsıyor. Sanki Yozgat’ı küçümsemek için uydurulmuş gibi hissediyorum ama annemi iknada işe yaradı. Tek başıma gittim. Hızlı trenle hemencecik ulaştım. Siz de kafanızın içi bomboş olsun istiyorsanız ilk otobüsle, ilk trenle sevdiğinizle mutlaka gidin bu şirin Anadolu kentine. Bu cümlemden sonra eminim gezelim görelim patlayana kadar yiyelim formatında bir Anadolu gezi programı sundururlar bana. Sesim de güzeldir hani. Bir taksi çevirdim fuar alanına gitmek için. Adresi verdim. Yarım saate oradayız abla, dedi. Yarım saate mi? Yozgat’ın etrafını turlayınca zaten yarım saat oluyordur, diye düşündümse de sesli söylemedim. Gittik gittik. Taksi şoförü o kadar deli sürüyordu ki bir ara yavaş kardeşim, hurda mı taşıyorsun diye azarlamak zorunda kaldım. Arkasına hafif döndü, bir şey demeden devam etti. Sorgun tabelasını gördüm sonra. “Yahu,” dedim. “Fuar alanı merkezde değil mi? Sorgun’da ne işimiz var?” Birkaç dakika sustu, boğazını temizledi. “Buradaki termal otelde önce size yemek verilecekmiş Melahat Hanım.” dedi. “Sonra geçeceğiz.” “Nezaket,” diye düzelttim. “Ne fark eder?” diye güldü. “İkisi de yazar adı gibi değil.” Sinirlendim. “Pardon sizin adınız ne?” dedim. “Mustafa.” dedi kendinden emin. Sustum. Taksi şoförü yazsam adını Mustafa koyabilirdim evet.
Ama bir tuhaflık vardı bu işte. Bir türlü varamadık otele. “Kardeşim,” dedim. “Yahu beni Kars’taki yemeğe mi götürüyorsun? Sorgun dediğin merkezden ne mesafe ki?” Arkasına şöyle bir döndü, geri önüne odaklı, “Yok,” dedi. “Seni Baba’ya götürüyorum abla. O anlatır. Hem,” tıslar gibi güldü “Hem ayıp değil mi?” dedi. Ne ayıp değil mi diyecekken aklıma mektuplar geldi. Annem geldi, ah anne dedim ah. Senin un bana neler söylüyor bak. “Demek sendin haa?” diye bağırdım. “Durdur ulan şu taksiyi durdur. Vallahi beynini sererim asfalta.” Kahkaha attı. “Ulan mulan yakışıyor mu koskoca çiçekli miçekli kitapların yazarına? Sıkıysa engel ol bakalım.” dedi, yol kenarına yaklaştı, tak diye el frenini çekti. Öne gittim geldim. Kafaya koymuştum. Kapıyı açınca basacaktım tekmeyi çığlığı. Ama yapamadım. Bayıldığımı hatırlıyorum. Gerisi yok.
Gözümü açtığımda elim kolum bağlı, maun bir sandalyedeydim. Lüks bir salondu. Etraf pahalı mobilyalarla döşeliydi. Ağzımı da bağlamışlar bir de, sanki bağıracağım. Düşündüm de bağırmak ne kelime. İç Anadolu’yu yığardım bunların başına da işte…Herhalde yarım saat kadar yalnız kaldım. Devindim durdum sandalyede. Sanki kurtulabilecekmişim gibi. Sonra ayak sesleri geldi. Kösele ayakkabı hem de. Yazar olmak tam bir tasvir hastalığı. Kösele ayakkabılı birileri geliyor, diye içimden cümleler kurduğumu fark ettim. Hay yazarlığı batsın Melahat! Melahat mı? Nezaket. Şoför haklıydı. Şu an ismimin de bir önemi yoktu. Güneş gözlüklü birileri sandalyemden tutup beni bir koltuğun karşısına yerleştirdiler sandalyeyle birlikte. Hiddetlendim ama elden ne gelir? Sonra bu adamlara baktım, böyle tuhaf bir anda bastım kahkahayı. Tabii ağzım bağlı olduğundan sesim ağlamış gibi çıktı. İçlerinden biri, “Ne oldu yazar hanım?” dedi. “Sizin boş umut dağıttıklarınız artık her gün ağlıyor. Ne oldu? Ağlayın ağlayın.” Ağlamıyordum ki. Evin içinde güneş gözlüğüyle dolaşmaları komikti. Sonra hemen hâllerini, tavırlarını düzelttiler. Üstlerine başlarına çekidüzen verdiler. Vito Corleone kılıklı bir herif girdi içeri. Geçti oturdu karşıma. Pantolonunu düzeltti. “Bacı,” dedi. “Senin bu yaptığın hiç olmuyor. Ayıp değil mi?” Bu adama, adamlara ben ne yapmış olabilirdim? Yaptığım hataları bir bir geçirdim aklımdan. Şimdi buraya dökecek değilim. Hiçbiri bu bozkır mafyasıyla ilintili değildi. “Konuşsana bacı, ayıp değil mi?” dedi tekrar. Ağzım bağlı olduğundan iniltiye benzer sesler çıkarabildim. “Patron,” dedi sağ yanındaki adam. “Ablanın ağzı bağlı, nasıl konuşsun?” “Aç ulan aç o zaman! Her şeyi ben mi tarif edeceğim size?” diye hiddetlendi Vito. Ben Vito diyorum da acaba bu adamın adı ne olabilir ne olabiliiir…Dündar. Seyfi de olabilir. “Açıyorum, Dündar ağabey hepimizin ağabeyidir. Hiddetli konuşma bacı.” diye tembihlendim. “Emredersiniz!” diye çıkıştım. “Yahu siz ne yapıyorsunuz? Yazarım ben be? yazar kaçırmak ne? Ne yapmışım size? Ne ayıp etmişim? İmlada mı kusur etmişim, sözlüğün kalbini mi kırmışım? Ne yapmışım? Şuradan bir çıkayım, vallahi dünyayı yığacağım başınıza!” diye inlettim ortalığı.
Dündar Efendi, baktı baktı. “Bitti mi?” dedi bağırmam durunca. “Şimdi beni dinle bacı.” dedi. “Ben çok kitap okurum. Dostoyevski’yle tanıştım, o gün bugün de huzurum yoktur. İkinci huzursuzluğum da senin yüzünden oldu. Dostoyevski hazret, önceden öldüğünden hesabımı mahşere bıraktım. Ama sen… Ama sen… Niye böyle şeyler yazıyorsun ha niye? Senin yüzünden ben bu örgütü kurdum haberin var mı? Kuru umut dağıtmak insaniyete sığar mı? Okuyunca inanıyor insan. Sen kupkuru bir yeri gösterip bak burası nasıl da yeşillik diyorsun inanıyoruz. Berbat insanların içinin güzelliğini tarif ediyorsun sonra. Bak doğru olabilir diye herkese güveniyoruz. Cebimiz delik olduğu hâlde cebimizde para varmış gibi yazıyorsun kıvanıyoruz. Neden? Ayıp değil mi ha? Umut tüccarlığı bu. Yalancılık. İşte bu yüzden toplandık. Yazar, çizer ne bileyim boş umut veren şarkıcı, türkücü, sinemacı, heykeltıraş… Hepinizi toplamaya ve daha da gün yüzü göstermemeye karar verdik. Ama en çok sana kinliyiz bilesin.” dedi küskünlükle. Ama bu çok saçma?
“Ama bu çok saçma?” dedim. “Sırf bu yüzden mafya lideri mi oldunuz yani? Birileri size göre boş umutlar dağıttığı için? Yahu ne boş umudu? Kurgu onlar kurgu! İnsan kaptırır mı bu kadar? Dışarıda gürül gürül dünya akıyor. Sırf ondan kaçacağım diye sığındığınız dünyalarıma mı savaş açtınız yani ha Dündar Bey?” Ayağa kalktı. Usul usul pencere kenarına yürüdü. Bana dönüp, “Evet?” dedi. “Evet. Okuyan inanıyor size. Okuyan savaş baltalarını yere bırakıyor. Sayın hanımefendi, inandırıcı gerçek şeyler zırvalasanıza siz de! Oğlum, getir bakalım en son kitabını. Okuyalım sesli de kendisi de görsün.” Koşarak gitti adam. Elinde kitabımla geri geldi. Son evladımla “Serçelerin Yürüyüşündeki Tebessüm”le.
Okudu da okudu. Şuna bak şuna, şu laflara bak diye diye. Hak verdim dinleyince. Cidden umudun dozunu kaçırmışım. Kimse de dememişti bu adamlara kadar. En yakın arkadaşlarım bile. Diğerlerinin yüzlerini izledim. Kanan insan nasıl oluyor diye. Zavallılar burunlarına eter tutulmuş gibi oluyorlardı. Mayışıyorlardı âdeta. Yüksek sesle de dedim: “Haklısınız. Ama ben yazmadan duramam. Burada da duramam. Annem babam yaşlı. Onların umudunu çalmış olursunuz. Tek çocuklarıyım.” dedim. “Bırakalım da daha kaç kişiyi uyuştur.” diye homurdandı. “Bir teklifim var.” dedim. “Yazmaya devam edeyim. Ama siz ve adamlarınız eleştirin. Yine böyle şeyler sezerseniz yeniden düzenleyeyim. Söz veriyorum sizin beğenmediğiniz hiçbir şey basılmayacak. Ama sayınız artmalı. Daha çok yorum alayım ki daha gerçekçi ürünler çıksın.” Sevindi. Ama belli etmedi Mr. Vito. Pardon Dündar. “Sorgun’un tamamını yorumcu yaparım size.” dedi. “ Ama eğer yine öncekiler gibi basılırsa…” “Yok,” dedim. “Annemin babamın üstüne yemin ederim. Hadi beni bırakın artık ha? Hem imza günü de bitti.” Başıyla işaret etti adamlarına. “Sana itimat ediyorum Nezaket Hanım.” dedi. “Olur da itimadım tarumar olursa…” Bırakın canım şu tehditleri artık, diye çirkefleştim. Tamam anladık, aklı başında umutlar yazarım ben de. Siz de kurguya kurgu gibi yaklaşın. Bakın Orhan Pamuk ne diyor: Unuttum. Sessizce dinlediler. Sonra kaçırıldığım arabaya bindirildim. Gözümü kapattılar. Yozgat terminalinde gözümü açtım.
Eve vardığımda annem telaşlı karşıladı beni. Başlayacağım senin imza gününe de kitabına da diye üstüme yürüdü. Aradım aradım ulaşamadım, diye kızdı. Sorgun’da hatlar kesikti, dedim. Geldim işte. Sonra kapattım kendimi odama, tam bir gün uyudum. Namazlara kalktım tabii. Kıldım kıldım geri uyudum. Yeni romanımın çalışmalarına başladım o gün: Bir mafya babasının kalbi kırılırsa ne yapar? Yorumcularıma danışa danışa yazdım. Kahramanımın adını da Dündar yapmadım.