Mum ışığında hayal etmenin hayalini kuruyordum bir gece. Elektriğe zam geldiğinden değil, körelen zihnime iyi gelir belki düşüncesindendi. Son zamanlarda beynimin içinin susuz kalan çöllerden bir farkı yoktu. Kaç kere çöle gittin Hikmet? Bunu düşününce aklıma çatlamış toprak fotoğrafları geldi. Belgesellerden gördüğümüz, duyarlılık oluşturmak için pankartlara asılan fotoğraflar.
Sen hiç duyarlı oldun mu Hikmet? Yazarım ben, elbette iyi örnek olmaya çalıştım.
Ama göstermelikti, kameralar önündeykendi değil mi Hikmet? Hayır, hep dikkat ettim.
Yalan söyleme, kaç defa zihnime iyi geliyor diye suyu açıp öylece baktın. Sen biraz yüzsüzsün Hikmet. Değilim desem de inanmayacaksın.
Muma odaklandım yeniden. Muma bakmak bir mucizeyi anlamaktır. Yok bu böyle değildi. Neyse. Odaklanıyordum evet ama işe yaramıyordu. Zihnimde karmaşık olan bilgiler, anılar yine karmaşık bir şekilde dilime döküyordu. İlk tıkırtıyı hissettiğimde o karmaşık anılardan birisi sandım. İkinci tıkırtıda faredir dedim. Üçüncüde kuş, dördüncüde kedi. Beşincide bir kedim olmadığını hatırladım ve tedirgin oldum. Bir kedim bile yok anlıyor musun? Ne yapacağımı bilemedim. Çıkıp kim o diye seslenebilirdim yabancı gerilim filmlerindeki gibi. Sonu pek iyi olmayabilirdi yine o filmlerdeki gibi. Saklansam diye düşündüm. Sığabileceğim bir boşluk bulamadım, sığabileceğim bir kalp bulamadığım gibi. Amaçsızca o köşeden bu köşeye yürüdüğüm bir anda bulunduğum odanın kapısı açıldı. Elinde salondaki halımı taşıyan iki kar maskeli adam kapının ardındaydı. Gözümün önünde pamuğa eter döküp bana yaklaştılar. Bir kelime dahi edemedim, izledim sadece. Bayılmadan önce “Ben Emel Sayın değilim ki!” demişim, bir filmi düşünerek.
Gözlerimi açtığımda tek kişilik diyebileceğim küçük, tavanı alçak bir odadaydım. İkinci bir kişi daha olsa oksijenin yetmeyeceği bir yerdi burası. Ellerim bağlı değildi. Kalktım bir adım attım, oda bitti. Sandalyeye geri oturdum. Kapıyı açmayı denemedim bile. Nasıl olsa kilitliydi. Burası da muhtemelen ıssız bir yerdi. Bağırsam kimse duymazdı, bağırmadım o yüzden. Oturup birilerinin gelmesini bekledim. Hayatımda bir şeylerin hep kendiliğinden olmasını beklediğim gibi. Yaklaşık yarım saat sonra kapı açıldı. Kilitli olmadığını o an anladım. Giren kişi başka birine sitem ediyordu.
“La adam uyanmış. İlacı mı az verdin? Çıkıp gitse ne yapacaktık? Elini kolunu da bağlamamışsın!”
Demek ki çıkıp gidebilme ihtimalim varmış. Elimi bağlamamaları ıssız bir yerde olduğumuz için değil unuttuklarındanmış. Keşke bilmeseydim, daha az üzülürdüm. İçeri giren adam bu kez ciddi bir ifade ile bana döndü.
“Baba seni çağırıyor. Hadi.”
“Baban kim?”
“Soru sorma babalık. Yürü.”
Ahh Hikmet, baba olamadın ama babalık oldun bak. Anam görse utanırdı. Torun sevme hayaliyle göçtü gitti bu dünyadan. Gerçi hastalığının son evresinde torun diye bizim bir arkadaşın çocuğunu götürmüştüm, pek sevinmişti. Yalan yanlış yollardan da olsa dileğini yerine getirmiştim. Şimdi bu sevap mıydı günah mı? Sen bunları düşünür müydün Hikmet?
Bu iki adamın babaları kimse ona doğru yürüdük. Tek kişilik odadan çok kişilik bir odaya vardık. Evet, burada oksijen çok daha fazlaydı. İki adam beni odaya bırakıp gittiler. Kocaman odada tek başıma kalmıştım. İnsan yalnızken altı metrekare altmış metrekare fark eder miydi? Ederdi tabii. Sen romantik bir insan değilsin Hikmet. Yalnızken bile lüks içinde yaşamak istersin. İç sesime dayanamıyordum.
“Sus artıkkkk!”
“Konuşmaya başlamadım henüz.”
Cevap veren neyseki iç sesim değildi. Bir anda salonun ortasında beliren bir adamdı. Baba bu mu, diye düşündüm içimden. Pembe gömleği, gri takım elbisesiyle daha çok komedi dizisinden fırlamış ikonik bir karakter gibi duruyordu.
“Kimsiniz?”
“Doğru tanışmadık. Ben Baba.”
“Ne babası?”
“Mafya Babası.”
Adam bunu deyince beni bir gülme aldı. Pembe gömlek giyen bir mafya, hem de adı Baba olan bir mafya tarafından kaçırılmıştım. Baba gülmeyince benim gülmelerim de aşama aşama azalıp kesildi. Yeniden ciddi bir tavra bürünmek zorunda kalmıştım. Odanın oksijeni bir anda yeniden azalmıştı.
“Anlıyorum sinirleriniz bozuldu.”
Rahatlamıştım. Sinirlerim bozulduğu için ona güldüğünü düşünüyordu.
“Şimdi neden burada olduğunuzu merak ediyorsunuzdur.”
Hayır desem olmazdı, evet demeye de çekiniyordum. Adamın gömleğine rağmen garip bir duruşu vardı. Siz nasıl uygun görürseniz demek geliyordu içimden.
“Neden sessiz kaldınız?”
“E-evet merak ediyorum tabii.”
“Güzel. Sizi fazla merakta bırakmayacağım.”
“Şükür. Yani şeyyy teşekkürler.”
“Biz sizin hakkınızda bir şeyler duyduk.”
“Ne gibi?”
“Yazarmışsınız.”
“Evet.”
“Gerçek olayları yazmazmışsınız.”
Kurgularımı düşündüm.
“Evet.”
“Ama yazdıklarınız gerçekleşirmiş.”
“Evet. Ne? Hayır. Mümkün değil.”
Yaşadığım şaşkınlıkla kelimelerim birbirine karıştı. Tekrardan kurgularımı düşündüm. Ne saçmalıklar vardı içlerinde ve hayır, hiçbiri gerçek olmamıştı.
“Ama bize öyle söylediler.”
“Bakın Baba Bey, kim söylediyse yanlış söylemiş. Benim vampirli öyküm de var. Ne yani şimdi onlar da mı gerçek?”
Bunu söylerken Baba’nın arkası dönüktü. Yüzünü bana döndüğünde vampir dişlerini gördüm. Geri adım atarken tökezleyip düştüm. Düştüğüm yerdeki bir nesne sırtıma battı ve canımı çok acıttı. Biraz yana kayınca onun oyuncak bir araba olduğunu fark ettim. Ben acı içinde kıvranırken Baba kahkahalarla bana gülüyordu. Kahkahası azalınca vampir dişlerini çıkardı. Meğer oyuncak olan takma dişlerdenmiş.
“Çocukların, burada kalmış.” gibi kısa bir açıklama yaptı. Baba olsan da babaydın işte. Umarım bir gün babalık olursun dedim içimden.
“Vampirler gerçektir değildir bilmem. Ama sen benim adamlarımdan birinin hikayesini daha gerçekleşmeden yazmışsın. Bu bizim için kanıttır.”
Ayağa kalkmıştım ama sırtım hâlâ ağrıyordu. Can acısıyla yüzümü buruşturarak cevap verdim.
“Hangi hikayeymiş bu?”
“Kırık Kafalar Durağında İnecek Var. Hatırlıyor musun?”
Evet gerçekten de böyle bir hikayem vardı. Gençken yazdıklarımdan biriydi. Arkadaşla şakasına saçmalamıştık ve birbirimizi gaza getirip o dönem çok okunan dergilerden birine göndermiştik. Yayınlanmaz zaten diyorduk. Yayınladılar. Hem de bana sormadan.
“Evet hatırlıyorum.”
“İşte oradaki karakter benim adamlarımdan birisi.”
“Allah rahmet eylesin o zaman.”
“Yok daha ölmedi.”
“E o zaman gerçekleşmemiş hikayem. Niye beni olmamış olaylarla itham ediyorsunuz?”
Ses tonum fark etmeden yükselmişti. Yavaş Hikmet.
“Hikmet. Saygı duyduk sınırını aşma.”
“Tamam Baba Bey kusura bakmayın.”
“Adamım ölmedi. Ölmesini istemeyiz, ne yapabiliriz diye sormak için çağırttık seni.”
“Ben doktor değilim, yazarım.”
“Tamam yaz o zaman.”
“Nasıl?”
“Eğer sen hikayenin sonunu değiştirirsen iyileşir muhtemelen.”
Ben ne yaşıyorum Allah’ım? Saçma sapan insanlar şu aciz kulun senin uygun gördüğünü değiştirebileceğini sanıyorlar. Vayyy Hikmet, sende gelişme var. Hayırdır?
“Sonunu değiştirirsem gidebilir miyim?”
“Evet tabii.”
“Kâğıt kalem istiyorum.”
Baba Bey adamlarını çağırdı ve kağıt kalem getirmelerini söyledi. Hikayenin son paragrafını hatırladığım kadarıyla yeniden düzenledim. Baba kağıdı eline aldı ve sesli bir şekilde okudu.
“Tayfun kendine geldikten sonra ilk defa aynaya bakıyordu. Kırılan kafası bandajlıydı. Doktor uzunca bir süre bunu kafasından çıkarmamasını tembih etmişti. Kesilen şah damarına dikiş atılmış ve yara bandı yapıştırılmıştı. Ucuz kurtuldun dedi içinden. Kapıya doğru yürüdü. Hastane odasına yarım bir bakış attı ve “Baba beni bekler.” dedi.”
Son cümlede duygulanmıştı. Bense tedirgindim. Adama bir şey olursa ve benim gitmeme izin vermezlerse diye korkuyordum.
“Artık gidebilir miyim?”
“Tamam git.”
Derin bir nefes aldım. Hızla kapıya yöneldim ama maalesef Baba’nın adamlarından biri benden daha hızlıydı. Koşarak geldi ve ben çıkamadan “Baba Tayfun’u kaybettik.” dedi.
Başımdan aşağı buzlu sular döküldü. Beş dakika sonra gelseydin ne olurdu sanki? Gel vedalaşalım Hikmet, yolun sonu. Baba ufak bir üzüntü ifadesinden sonra bakışlarını bana dikti.
“Sen gerçekten işe yaramaz bir yazarmışsın. Hadi git şimdi.”
İşe yaramaz olduğuma hiç bu kadar sevinmemiştim. Koşarak çıktım oradan. Tam dış kapıdan da çıkıyordum ki adamlardan biri “Baba sana bir şey diyecekmiş.” diyerek tuttu kolumdan ve beni sürükledi. Tamam dedim, şimdi gerçekten sona yaklaşıyorum. Beni tekrardan çok kişilik bol oksijenli odaya getirdiler. Muhtemelen oksijenimi kesmek için. İç sesim bile gerilime dayanamayıp beni terk etmişti. Kabullenmiş bir bakışla Baba Bey’e baktım. O da bana baktı.
“Halını yıkamaya gönderdik. Birkaç güne evine gelir.”