Annemin öldüğü gün gözlüğümü silmekle meşguldüm, halbuki o gün yağmur yağmıyordu. Bu yüzden kaçırıldım zaten. Çünkü insan bazı şeyleri böyle tesadüfi yaparsa, şüphe çeker. Mesela bir mafya lideri, gözlüğünü neden sildiğini açıklayamayan bir adamdan korkar. O günde öyle olduğunu düşündüm. Mafyanın benden korktuğunu.
İnsan annesi öldüğü gün neden kaçırılır ki? Ellerim arkadan kelepçelenmiş, ağzımda bir bezle bağlanmıştı. Gözlerimi açtığımda karşımda bir koltukta oturan mafyayı gördüm. Gözlüğünü çıkarmış ceketinin kenarıyla siliyordu. Benim uyandığımı fark edince, adamlara ağzımı çözmelerini söyledi. Bez çözüldü. “Bu kitabı yazmanı sana kim söyledi?” dedi. “Nasıl yani? Bu yüzden mi kaçırıldım?” Annem ölmüştü. Ve ben... bir kitap yüzünden kaçırılmış olamazdım. “Ben yazmadım!” diye bağırdım. Neden bağırdım ki? Yalandan olduğu o kadar belliydi ki. Öyle değil mi? Kafamı kaldırdım. “Şey… pardon ama beni bunun için mi kaçırdın?” dedim. “Seni kim başka ne diye kaçırsın, yazar çırpıntısı!” dedi. Açıkçası bu söz biraz dokundu. İnsan hiç böyle der mi misafirine? Ayağa kalktı. Etrafımda ağır ağır dönerken, elindeki kitabı bana doğru uzattı: “Üzerinde adın yazıyor.” “Evet, adım yazıyor. Ben yazdım. Fakat bunun ne önemi var? Bu kitapta seni rahatsız eden ne oldu ki? Ben hâlâ suçumu anlayabilmiş değilim.” dedim. Yaklaştı. Eğildi. Gözlerini gözlerime dikti. “Bu hikâyeyi benim dışımda kimse bilmiyor. Sen beni ifşalamak mı istiyorsun? Kime çalışıyorsun?” O an düşündüm. Bu adam beni bırakmayacak. O belli. “Bu olay olurken seni gördüm…” dedim. “...Ama bu olayı benim dışımda kimse bilmiyor zaten.” Bir anda arkasını döndü. “Biliyordum… biliyordum!” diye söylenmeye başladı. “Bu kitabın kurgu olduğunu belirtmemişsin!” dedi.
“Kurgu olduğunu belirtmemişsin,” dedi tekrar, gözlük camına parlayan lambayı izleyerek. Sanki lambayla aralarında gizli bir anlaşma vardı da ben o üçüncü kişiydim. Hani şu, bazen yolculukta araya oturursun da sağdakiler fısıldaşır ya, işte öyle. “Kurgu olduğunu belirtmeme gerek var mı?” dedim. Söylediğim şeyin aptallığını fark edince, ekledim: “Yani, edebi metin sonuçta. Roman bu.” “Ben hayatım boyunca roman okumadım,” dedi. “İyi halt etmişsin,” dedim, içimden. Yüzüne karşı diyemedim, çünkü hala elim arkadan kelepçeliydi. Sessizlik oldu. Kısa değil, uzatmalı bir sessizlik. Kimi sessizlikler düşünce verir insana, bu sessizlik tehdit verdi. Sanırım biraz da korkuyordum. Sonra ansızın cebinden küçük bir not defteri çıkardı. Kapak eskimişti. Sayfalar sararmış. İçinde çocuk yazısı gibi bir şeyler vardı. El yazısı. Titrek. “Bu senin kitabındaki hikâyeye benziyor,” dedi. Ve defteri önüme attı. Ellerimi çözdüler. Defteri elime aldım. İçini açtım. Biraz okumaya başladım. “Bir yazarın sesi kısılınca kelimeleri bağırır. Kelimeleri bağıran bir yazarın suskunluğuna yoldaş olmak istiyorum. Ben yazar değilim. Yazar değilim ben anlamalı bunu herkes. Ben dümdüz bir insanım. İçimdeki savaşları dışarıda insanlara kötü kullanarak veriyorum.” Ne basit cümlelerdi bunlar. Kelimelerle pazarlık yapmış, dışarıda insanlarla yaptığı gibi. Bu adamın derdi neydi ki?
Tam o anda sesi yükseldi: “İçinden konuşup durma! Bunlar senin yazdıklarınla aynı ifadeler baksana. Olay bundan mı ibaret sanıyorsun?” Defteri elimde sıkıca tuttum. Kelimenin tam anlamıyla çünkü avuç içlerim terlemişti ve kağıt yumuşamıştı. “Ben... yazdığımı hatırlamıyorum,” dedim. Cümle ağzımdan çıkar çıkmaz, çocukken suç işleyip ‘ben yapmadım’ diyen halimi hatırladım. O an fark ettim: Korku insanı çocuklaştırıyor. “Hatırlamıyor musun, yoksa hatırlamak mı istemiyorsun?” diye sordu. Ses tonu tehditkâr değildi bu kez. Kırgın, üzgün gibiydi. Karanlık bir his verdi bana. Annemi hatırladım o an: “Annem öldü benim. Beni neden kaçırdın! Yazar çırpıntısı da ne sensin o, şu yazdıklarına bak! Kim zaten sana neden yazar desin?” Ben böyle deyince çılgına döndü. Sanki ona bilmediği bir şeyi söylemişim gibi elleriyle kafasını tuttu. Göbeği de fırladı gömleğinden. “Benimki ölmedi mi sanıyorsun!” diye bağırdı. Bir mafya gözümün önünde küçük bir çocuğa döndü. Eline defteri aldı. Hüzünlü bir sesle “Derdimi annemin fotoğrafına anlattım. Annem… Ki beyaz bir kadındır. Ölüsünü şiirle yıkadım. Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz. Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.” diye bu şiiri okudu. Bu şiir benim en çok etkilendiğim şiirlerdendi. Ezbere bilirdim. Kafamı kaldırdım sakince: “Ben de gözlüklerimi okşadım bayım siz ne anlarsınız yağmur yokken gözlük silmekten. Göremiyordum silsem de silmesem de annemi göremiyordum.”
-
Üzerime bir ağırlık çökmüş gibiydi. Zor uyandım. Ellerimle gözlerimi ovuşturdum. Yataktan doğruldum. Sağ taraftaki komodinden gözlüğümü aldım. Pijamamın ucuyla camlarını sildim. Gözlüğü kaldırıp şöyle uzaktan baktım, kir kalmış mı diye. Tam o sırada rüyam geldi aklıma. Biraz öylece durdum. Annem öleli beri hep böyle saçma sapan rüyalar görüyordum. Bu da onlardan biriydi herhalde. Ya da değil miydi? Gözlüğü taktım. Komodinin üzerindeki deftere gözüm ilişti. Açıktı. Sayfanın en üstünde şunlar yazılıydı:
“Annemin öldüğü an gözlüğümü silmekle meşguldüm, halbuki o gün yağmur yağmıyordu.”
Yutkundum. El yazısı benimdi. Ama ben böyle bir şey yazdığımı hatırlamıyordum. Ya da hatırlamak istemiyordum. O sırada telefon titredi. Mesaj sesi geldi. Ekrana baktım. Gelen mesaj Mafya’dandı. “Borcunu bu ay da ödemezsen başka yollara başvuracağım.” Bir an durdum. Bir insan yazar olmak için gerçekten mafyadan borç alır mıydı?
Ben almıştım.
Ve şimdi düşündüm de...
Mafya haklıydı.
Ben yazar falan değildim.
Sadece bir yazar çırpıntısıydım.