Dönüşüm

Zeynep Hilal Dike

“Özgür! Buraya bak oğlum. Mustafa, sen de gel!” İki genç adam içeri girdi. “Buyur patron,” dedi uzun boylu sıska olan, “Bir şey mi istedin?”. “Bir şey istemesem ne diye size sesleneyim? Kara kaşınıza kara gözünüze hayran mıyım?” Gençler birbirine bakıp muzipçe gülümsedi. Her ne kadar aksi de olsa iyi adamdı patronları. Kendisiyle konuşurken patron derlerdi ama aralarında konuşurken Emre abi derlerdi. “Depodaki kolileri buraya taşıyın,” dedi patron, “Dikkat edin içindekiler kırılabilir. Sonrasında da yanıma gelin, göreceğimiz bir hesap var.”

Özgür ve Mustafa hızlıca kolileri taşıdılar. İşleri bitince patronun yanına geldiler. İçerde sefil görünümlü orta yaşlı bir adam oturuyordu. Patronun tam karşısındaki sandalyedeydi. Oturduğu yerde rahat edemediği her hâlinden belliydi. Gözleri adeta dışarıdan yardım dileniyorlardı. Aradığını Özgür ve Mustafa’da bulamadı tabii adamcağız. Patron konuşmaya başladı: “Geçen ay bizden yüklü bir miktar para almıştın, bir ay içinde çalışıp ödeyeceğim demiştin, fakat görüyorum ki ortada para falan yok. Parayı ödemediğin her an ödemen gereken miktar katlanarak artıyor, farkındasındır umarım.” Adam başını önüne eğdi, titreyen bir sesle konuşmaya başladı: “Evet efendim, evet, ama geçen ay çok masrafım oldu. Daha yeni bir bebeğim oldu, biliyorsunuz-”. Patron adamın sözünü kesti. “Beni ilgilendirmez kardeşim, aldığın parayı çatır çatır geri ödeyeceksin. Sana bir hafta daha mühlet, git ve o parayı bulup getir.” Adam başını sallayıp sessizce çıktı odadan.

Mustafa ve Özgür’ün içi cız etmişti. Böyle bir işin içinde olmaktan hoşlanmıyorlardı ama bu da onların ekmek kapısıydı. “Öyle dikilip durmayın tepemde, artık gidebilirsiniz. Yarına yapılacak çok iş var.” dedi patron. İkisi birden gitmeye hazırlandı. Yorucu bir gün daha bitmişti sonunda…

***

Ayça o gün sabah 8’de uyanmıştı. İki kardeşine kahvaltı hazırlayıp kedisi de bir şeyler atıştırdıktan sonra hızlıca evden çıktı. Bu şehirde yeniydi, henüz bir yerden bi yere nasıl gidebileceğini bilmiyordu. O sabah tayini çıkan okulda ilk iş günüydü ve okula dair bildiği tek şey okulun adıydı. “Sora sora Bağdat bulunur.” diyerek sokağa adımını attı. Biraz ilerleyip ana caddeye çıktı. Araba sesleri, insan kalabalığı… Kendini kaybolmuş hissetti. Anne babasını kaybettiğinden beri hayatındaki her türlü değişiklik ona böyle hissettiriyordu. Sanki her şey zihninde derin bir hüznü ve yabancılaşmayı uyandırıyordu. İlerde bir dükkan gördü. Durup dükkanın içine daldı. “Merhaba, kimse var mı?” diye seslendi. İçerden bir ses geldi: “Mustafa oğlum müşteri var, ilgileniver.” Bu sesin üstüne genç bir adam belirdi kapıda. “Buyur abla, kime bakmıştın?” diye sordu. “Mehmet Akif Ersoy lisesine gitmek istiyorum, ne tarafta acaba?” dedi. Mustafa anlatmaya koyuldu ama anlatırken o kadar çok bocaladı ki Ayça hiçbir şey anlamadı. Öyle ki içinden “Bu adam insana bildiği yolu unutturur.” diye geçirdi. Mustafa kendini ifade edebilmek için çırpınıyordu. O sırada arkadan orta yaşlı siyah saçlı ve sakallı bir adam geldi. “Ne varmış oğlum, ne anlatıyorsun kaç dakikadır?” “Patron, hanımefendi çalıştığı okula gitmek istiyormuş, yolu tarif etmeye çalışıyorum.” Patron, Ayça’ya baktı. Baktı ama ne bakmak! Gözlerini uzun süre Ayça’dan alamadı. Afallamış görünüyordu. Önce kem küm etti, sonra zar zor da olsa yolu tarif etti. Ayça da bu bakışlar karşısında şaşırmış gibiydi. Nazikçe teşekkür edip çıktı dükkandan.

***

“Bu işi bir şekilde bağlamam lazım.” diye söyleniyordu patron. Ortalıkta volta atıyordu. “Hangi işi patron?” diye sordu Mustafa. “Sorma oğlum… Bu koca adam, semtin mafyası narin bir hanımefendiye tutuldu. Geçen gün dükkana gelen kadın var ya… O günden beri başka bir şey düşünemiyorum. Bahar geldi sanki, kuşların sesi ilk kez kulağıma hoş gelmeye başladı. Hatta geçen günkü adam var ya, onun borcunu sildim, artık para da umrumda değil.” Mustafa ilk kez böyle görüyordu onu. “Duyduğum kadarıyla edebiyat öğretmeniymiş. Bu şehre yeni taşınmış, bekâr olduğunu söylüyorlar.” dedi Mustafa. “Evet, evet… Tüm bunları ben de biliyorum. Ama kadın okumuş etmiş, bense lise terk… Nasıl olacak bu iş?.. Aynı dili bile konuşmuyoruzdur…”

“Benim bir fikrim var.” diye atıldı Mustafa. Bu şehirde yaşayan bir yazar var. İsmi T., mutlaka duymuşsundur. Çok sevilen bir yazar, hatta aldığı ödüller var.” “Evet,” dedi patron, “yani, ne yapalım varsa?” “Evini bulup kaçıralım patron, senin yerine kızla mektuplaşsın. Kız da sana âşık olsun. Edebiyatçı ne de olsa, tatlı dile kanar…” “Helal lan sana, arada bir kafan çalışıyor.” diyip kahkaha attı patron. “Evet, böyle yapmalıyız, tam olarak böyle… Evini öğrenelim, o kısım kolay, sonra bayıltıp buraya getirelim. Sonrası tehdit şantaj zaten.” Mustafa zafer kazanmışçasına gülümsüyordu. Şimdi patronun gözüne girmişti.

Ertesi gün plandan Özgür’e de bahsettiler. “Başka adamlarımı da gönderebilirim ama biliyorsunuz ki en çok size güvenirim çocuklar.” dedi patron. Gururlandılar tabii. “Biz halledeceğiz patron, sen merak etme.” dedi Özgür.

Yazar T.’nin ev adresini öğrenmek zor olmadı. Ne de olsa bağlantıları güçlüydü. Hemen o akşam gitmeyi planladılar. Hava kararınca Özgür ve Mustafa yola çıktılar. Yazarın evinin önünde pusuya yattılar. Nihayet evin ışıkları kapanınca getirdikleri ekipmanlarla eve girdiler. Yazar bekledikleri gibi yatağında uyuyordu. Özgür yazarı bayıltmak için mendilini çıkardı. Adamı bayıltıp kollarından ve bacaklarından tutarak arabaya götürdüler. Ertesi sabah olduğunda yazar ancak kendine gelmişti. Dükkanın arka odasında kolları bağlı şekilde oturur pozisyondaydı. Çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Emre öfkeyle içeri girdi. “Ne bağırıyorsun be adam?”. Yazar şok içindeydi. “Ne mi bağırıyorum? Kaçırıldığım için olabilir mi acaba?” Emre adamın kollarını çözdü ve anlatmaya başladı. “Bak kardeşim, yardımına ihtiyacım var. Amacım sana zarar vermek değil. “Yardım istiyorsan gelip sorabilirdin, birini kaçırmak ne demek ya hu? Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz?”. “Haklısın kardeş,” dedi Emre, “Haklısın ama bunu sana teklif etsem kabul etmeyecektin… Sevdiğim kadına benim adıma mektup yazman gerekiyor. Ben edebiyattan, güzel sözden anlamam. Onun aklını bir şekilde çelmem lazım.” Yazar şok olmuştu. Pek tabii hayatında ilk defa böyle bir teklif alıyordu. Hatta teklif almıyordu, basbayağı bu iş için kaçırılmıştı. “Peki ben bu kadını sana âşık etsem, sonrasında ilişkinizi, evliliğinizi nasıl yürüteceksiniz? Her daim senin adına ben mi konuşacağım?” “Orasını sonra düşünürüm,” dedi Emre, “Şimdi sen bu işi halledecek misin etmeyecek misin onu söyle.” “Etmeyeceğim tabii ki, üstüme iyilik sağlık. Öyle saçma şey mi olur? Ama sana nasıl o kadınla aynı dili konuşabileceğini öğretebilirim.” “Sahiden mi?” diye sordu Emre. “Evet, ama bir anda olmaz, zaman ve emek harcaman gerek. Sana okuman için kitaplar verebilirim, sen okudukça üzerin konuşuruz, böylece kendini geliştirmiş olursun.” İlk başta mırın kırın etti patron, sonra mecburen kabullendi.

T., Emre’ye birkaç Orhan Kemal kitabı verdi. Cemile, Ekmek Kavgası, Tersine Dünya… Bunları yaklaşık 2 haftada bitirdi Emre. Bu iş hoşuna gitmeye başlamıştı. Zaman geçtikçe farklı kitaplar okumaya başladı, dünya edebiyatına yelken açtı. Don Quijote, Romeo ve Juliet, Suç ve Ceza… Kimisini çok seviyor, kimisinde ise eleştirilecek taraflar buluyordu. T. ile kitaplar üzerine konuşmaktan keyif alıyordu. Aylar geçmişti, Emre tam bir edebiyat âşığı olup çıkmıştı. Artık kendini hazır hissediyordu. Gidip Ayça ile konuşacaktı.

O gün Emre en güzel takımın giymiş, parfümünü sıkmış ve olabilecek en iyi görünümüyle dükkana gelmişti. Dükkadakilerle birlikte bir şeyler yiyip Ayça’nın yanına gidecekti. Özgür çok güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı o gün. Mustafa birkaç iş için dışardaydı, henüz gelmemişti. Sıcacık simitten bir parça koparıp ağzına attı Emre. Heyecanı yüzünden okunuyordu. Bir anda içeri Mustafa girdi, telaşlıydı. “Ne oldu oğlum,” dedi Emre. “Söylesene, merakta bırakma adamı.” Mustafa’nın konuşmak istemediği her hâlinden belliydi. Emre ısrar etmeye devam etti. Sonunda ağzından birkaç kelime döküldü: “Patron… Ayça abla…” “Ne olmuş Ayça’ya? Söylesene!” Mustafa çok zorlanıyordu. “Ayça abla nişanlanmış…” deyiverdi. O an Emre’nin başından aşağı kaynar sular döküldü. Aylarını boş yere edebiyatla uğraşarak mı geçirmişti? Peki şimdi ne yapacaktı, Ayça’sız?..

***

Kitabın son baskısına yeni bir önsöz yazmıştı. Önsözünde yazar arkadaşı T.’den bahsetmiş, ona şükranlarını sunmuştu. Edebiyat yolculuğu onun sayesinde başlamıştı. Ve tabii bir tutkunun. “Gençlik,” diye geçirdi içinden, “İnsan çabuk parlayıp çabuk sönüyor.” Önsözü yayınevine yolladıktan sonra kendine kahve yaptı ve Becquer’den birkaç rima okumaya koyuldu.