Bazı insanlar ölmeden önce anılmak ister.
Yazar Elif Erdem’in kayboluşu kimseyi şaşırtmadı. O zaten uzun süredir kayıptı, ama kimse adını koyamıyordu bu yokluğa. Sanki zamanla silinmeye gönüllü olmuştu. Ne ekranlarda görünüyordu, ne de kalemi konuşuyordu artık. Oysa yazdığı son roman, Kırık Saatler, hâlâ raflarda elden ele dolaşıyor, satır aralarında okurların gözyaşlarını saklıyordu. Ama Elif’in gözleri, çoktan başka bir dünyanın puslu perdesine bakıyordu.
Kimse onun bir sabah, siyah camlı bir arabaya bindirilip İstanbul’un haritada yeri olmayan bir köşesine götürüleceğini tahmin etmezdi.
Uyandığında karşısında bir adam duruyordu. Adı Vefa’ydı.
İronik bir isimdi. Çünkü onun hikâyesinde vefa, çoktan defnedilmişti.
"Yazacaksın," dedi adam. Sesi tıpkı bir mühür gibiydi, sert, kesin, kaçışı olmayan. "Benim hayatımı yazacaksın. Ama olduğu gibi. Ne kahraman yap beni, ne cani. Sadece gerçeğimi anlat."
Elif'in dudaklarından dökülen ilk kelime hayretle karışıktı. “Neden ben?”
“Çünkü senin kaleminde merhamet var,” dedi Vefa. “Beni biri anlayacaksa, o da sensin.”
**
İlk günlerde Elif, ne bir mahkumdu ne bir misafir. Arada bir yerdeydi. Vefa’nın dünyasında zaman ağır akıyordu. Odada her gün saatlerce konuştular. Sessizlik, bazen bir itiraf kadar yüksek sesliydi. Bazen Vefa’nın anlattıkları öyle karanlıktı ki, Elif’in elleri titriyordu. Ama yazdı. Çünkü biliyordu: Bu, bir kurgu değil, bir arayıştı. Bu bir savunma değil, geç kalmış bir iç döküştü.
Vefa'nın hikâyesi bir kenar mahallede başlıyordu. Üç kardeştiler. Babaları yoktu. Annesi sabahın dördünde uyanır, elleri kimsenin görmediği kirleri temizlerdi. Vefa, hep sokakların çocuğu olmuştu. Kavga eder, ama ağlamazdı. Çünkü kimse ona sarılmamıştı.
İlk cinayetini anlattığında Elif’in kalemi durdu. Ama sonra yeniden yazdı. Çünkü yargılamak, anlamaktan kolaydı. Oysa Elif anlamayı seçmişti.
“Ben kötüyüm,” dedi Vefa bir gece. “Ama biri bana iyiliği yazarsa... belki ben de inanırım.”
**
Geceler geçti. Günler birbirine karıştı. Vefa değişmeye başladı. Sertliği azaldı, kelimeleri yumuşadı. Gözlerinin kenarında derinleşen çizgiler, sadece yaşın değil, içsel bir yorgunluğun izleriydi. Her anlatışında biraz daha aralandı geçmişin karanlık kapısı.
Elif de değişti. Artık bu sadece bir kitap değildi. Bu, bir insanın dünyaya bırakmak istediği son izdi. Onun yazmadığı acıları Elif sezdi. Cümlelerin arasına sızan suskunlukları cümleye çevirdi. Bir gün, odalardan birinde Vefa’nın eski bir fotoğrafını buldu. On yaşlarında, yıpranmış bir önlük içinde, ama gözlerinde pırıl pırıl bir ışık vardı.
Fotoğrafı masasının kenarına koydu. O gece şu satırları yazdı:
“Bir çocuk ne zaman suçlu olur?
Cevabı yıllardır soruluyor. Ama ben artık biliyorum.
Bir çocuk, kimse ona ‘Sen iyi birisin’ demezse, bir gün ceza olur başkasına.”
**
Kitap bittiğinde Elif sessizdi. Derin bir boşluk vardı içinde, ama bu boşluk ağır değil, dingindi. Defteri Vefa’ya uzattı. Adam sayfaları çevirdi. Son cümleye geldiğinde başını eğdi. Ağlamadı. Onun gibiler ağlamazdı. Çünkü gözyaşı, artık sadece masumların lüksüydü.
"Benim hikâyem bitti," dedi Vefa.
Elif hemen karşı çıktı. “Hayır… artık başlayabilir. Bu kitap… bir dönüşüm olabilir.”
Vefa acıyla gülümsedi. “Bazı dönüşler için geçtir, Elif. Ama sen yazdın. Artık ben yok olabilirim. Çünkü biri beni anladı.”
Ve o gece Elif uyandığında yalnızdı.
Vefa gitmişti.
Ertesi sabah, Vefa’nın cesedi bulundu. Yanında yalnızca bir kitap vardı. Ve küçük bir not:
“Sonunda ben de bir hikâyeye dönüştüm.
Teşekkür ederim.”
**
Bir yıl sonra kitap yayımlandı:
“Son Sayfa: Vefa’nın Günahları” – Elif Erdem.
Kapakta şu cümle yazılıydı:
“Bazı insanlar ölmeden önce anılmak ister.”
Ama bazıları... ancak yok olduklarında anlaşılır.
Ve o kitabı okuyan herkes, ilk defa susarak anladı bir gerçeği:
Hiçbir kötü, doğuştan kötü değildi.
Ve bazen, bir insanı en çok değiştiren şey, yargı değil… bir cümleydi:
“Seni anlıyorum.”