Benim hikayemi benden çok kim bilebilir? Elbette ben anlatacağım.
Bin dokuz yüz yetmiş beş yılının sıcak bir yaz günü Ankara’da dünyaya gözlerimi açtım. Yani açmışım. Bu, hikayemin bana anlatılan kısmı. Babam bana Hacı ismini uygun gördüğünde hacdan döneli bir yıl bile olmamış. Oğluna kendi ismini vermekle vermemek arasında kalınca, kendisine ait olsa da doğrudan kendine işaret etmeyen, zar zor kazanıp büyük bir gururla taşıdığı ünvanı layık görmüş bana. Hacı. Yani bu, hikayemin benim düşündüğüm kısmı. Yetimlik, erken tanıştığım, tüm ömrüm boyunca kendimle taşıdığım, baba oluncaya kadar yarasını onaramadığım daha kurucu bir ünvan oldu benim için. İsmimden çok babasızlığımı babamdan aldım. Bu, hikayemin en çok hissettiğim kısmı.
Erken dönemde yetim kalan çocukların çocukluğundan cok farklı değildi benimki de. Annem, annem, annem, anneannem, dedem ve arada sırada taşkın bir neşe ile belirip sınırlı zaman ve kısıtlı imkanlarla beni mutlu etmeyi kendisine vazife bilmiş bir takım yakın akrabalarla geçti çocukluğum. Oldum olası içe dönük, mümkün mertebe kendi başına oynayacağı oyunlar arayan bir çocuktum.
Yıllar geçtikçe çocukluğum farklı görüntüler alsa da asli formunu korudu. Oyuncaklarım çoğunlukla teknolojik aletler oldu, arta kalan zamanlarda da kadınlar. Nadir de olsa dolaylı yollardan kendilerine tuzak kurarak alt ettiğim erkeklerle de oynamışlığım var. Ama kadınları oldum olası daha ilginç buldum.
Kadınları tanımak istedim, yaşlısı genci, sarışını esmeri, zayıfı genci, zekisi aptalı, seksisi çocuksusu… sayabileceğim her türden kadını tanımak, bilmek istedim. Bu, amacını açıklayamadığım, neden diye sorulmasını anlamsız bulduğum dürtüsel istekle bir çok kadının hayatına girip çıktım. Bazılarıyla evlendim, boşandım. Evli, bekar, yaşlı, genç; demedim. Bir kadının çevresinde türlü oyunlarla bulunmayı, onun yavaş yavaş beni kurtarmaya kendisini ikna edişini, bana gelişinin yollarına taşlar döşemeyi, gidişi için asfaltlar dökmeyi, uçurumdan atmasını, düzlükte kaybetmesini, hepsini denedim.
Kadınları ilginç bulsam da oyunlarım genelde tek tip ve klasik oldu: Bir kadını beni kurtarmaya ikna etmek, bu. Bazen babasızlığımın oluşturduğu yaralardan, bazen parasızlıktan, bazen eski kadınların hayaletlerinden, bazen ideallerimi gerçekleştirememek korkusundan, bazen kimseden yardım beklememekten, bazen kimseyi hayatımda istememekten, bazen yalnızlığın ta kendisinden, bazen düzensiz hayattan, bazen her şeyden sıkılmışlığımdan. Kadından kadına içinde bulunduğum kuyu da değişti görünürde.
Oysa bariz bir gerçek vardı. Her çaba da eninde sonunda aynı yere bağlandı. Herkes bir noktada beni annemden kurtarmaya çalıştı. Buraya kadar bir dolu drama, neşe, kahkaka, göz yaşı, şu bu. Yani geçip giden şeyler. Adı duygu.
Duygulara değer vermem. Duygular bir şeyi derinleştirmek ya da kıvam vermek için vardır, kendini onlara ne kadar kaptırırsan gerçeğe o kadar uzaklaşırsın. Gerçek suların altındaki kayalar gibidir, duygular gerçeğe dokunsalar ya da onu sarıp sarmalasalar bile geçip giderler, buharlaşıp uçarlar. Maharet bu geçiciliği bilmekle alakalıdır. Kadınlar bilmez. Ben bilirim. En az hikayem kadar.
Kadınların bilmediği diğer şey de hikayemdir elbette. Dedim ya hepsi görünürde başka bir bağlam içinde bana iyi gelmeye çalışır. Bu çabadaki dokunaklılık, beni gördükleri kuyunun bir süre sonra içine düşmeleri, benimse o kuyunun başında duruyor oluşum başından beri, yansımama gülümsemem onun bana karşılık vermesi. Dişlerimin, saçlarımın, burumun yansımada dalgalanması ama bu farklı hikayelerin hiç birinin ne bana dokunması ne beni yanlışlaması.
Hastaymışım, bu hikayemin bana anlatılan kısmı. Ben sadece olduğum anda olduğum şeyi kavramakla ilgileniyorum. Bu hikayemin benim düşündüğüm kısmı. Hikayemin en çok hissettiğim kısmını yazacaktım, geçti. His budur. Geçici.