Bekçi Nizâmülmülk

Fatma Ünsal

Süleyman, bu dünyaya insanların merakını söndürmek için yollanmış bir âdemdi. Cenâb-ı Hakk’ın belki böyle bir muradı yoktur, haşa. Ama onun hayatını şöyle bir gözden geçirenler, bunun böyle olduğuna kani olurlardı. Bir itfaiye memuruydu Süleyman. Herkesin gözündeki merak ateşini söndürürdü.

Okulda ne eder eder, daha öğretmen duyurmadan yazılı notlarını sınıfa sızdırırdı. Öğretmenin çantasını mı karıştırırdı yoksa gider öğretmenler odasının kapısında mı yatardı bilinmez ama sınıf notlarını hep ondan öğrendiler. Öğretmenin notları okumaya başlamasından önceki gerginlik de heyecan da onun yüzünden olmazdı sınıfta. Öğretmenin de elinden alırdı bu heyecanı. Hani o kaç yıllık olursa olsun her öğretmenin içinde taşıdığı, taşıması umulan, öğrencileri meraklandırma ve susuzların suya kavuşması gibi merakın giderilmesi hissini de eritirdi Süleyman. Sınıf, öğretmen girdiğinde bilirdi birazdan ne diyeceğini. Öğretmen de daha sınıfa girmeden çehreleri tahmin ederdi. Gözler ister istemez Süleyman’a kayar, bu toparlak yüzlü oğlandan gözlerle intikam alınırdı.

Okul bitti. Babasının isteğinden sebep üniversite kapısını zorladı ama olmadı. Babası; erkektir, eli ekmek tutsun muhannete muhtaç olmasın diye nüfuzunu da kullanarak köyün bekçisi yaptırdı Süleyman’ı. Muhtarlar değişti, köyün bekçisi değişmedi. Nizâmülmülk gibi bekçiydi. Tarih bilgileri iyi olsaydı kesin ona bu adı takmışlardı: Bekçi Nizâmülmülk. İhtiyar heyetleri geldi geçti, Süleyman kapı gibi kaldı bekçilikte. Civar köylerde köyün muhtarlarından çok tanınır oldu. “Ha şu bekçi yau, Süleyman. Onun köyünün muhtarı.” Onun köyünün muhtarı. Onun köyünün okulu. Servisi.

Köyün ekinlerini bekledi. İnek, davar sokan olur da haşat ederler tarlaları diye bahardan başlayarak hasada kadar turladı. Anası, everene kadar azığını boynuna astı. Evlenince karısı. Sonra köye gelen zarfları bekledi. Resmî pullu zarfları. Bazen düğün sünnet davetiyesi taşıyan zarfları. Onları beklemek, inekleri kovalamaktan daha sevimli gelirdi ona. İçlerini merak ederdi. İçi bir tuhaf olurdu onları postacı eline veriverince. Gözünün ışıltısını gören postacı iyice tembihlerdi, korkuturdu her seferinde: “Bak Süleyman, sahiplerinden önce açmakla suç işliyorsun benden demesi. Seni bir şikâyet etseler yedi köyden akraban toplansa çıkaramazlar kodesten haa ona göre.”

Süleyman, başta korkar kodes lafını duyunca. Sonra posta arabası, virajı döner dönmez korkusunu unutuverirdi. Bir çuval zarfı kucakladığı gibi camiye koşardı. Özellikle vakit namazının olmadığı saatleri seçerdi ki cami boş olsun. Sonra incitmemeye çalışarak zarfları açar, içlerinden sanki kanadı hemen kırılıverecek bir kuş çıkacakmış gibi usulca alırdı içindekini. Sonrası… Sonrası heyecan, merak karması bir histi Süleyman için. İyice ezberlerdi zarfın içini. Bihakkın. Tek tek aklından geçirirdi yazanı.

Aynı çuvalı sırtlanır dağıtmaya başlardı köye. Başlardı başlamasın ama zarfların sahibi hiç heyecanlanmazdı Süleyman’ın ellerine tutuşturuverdiğine. Süleyman daha zarfın sahibi açmaya yeltenmeden sayıp dökmeye başlardı ne var ne yok. “Eee gözün aydın Hatice ana, senin oğlan Ulubel’in oradaki tarlayı satmış. Bahara diyor, babamı da alıp Ankara’ya getireceğim sizi yanıma diyor. Yaaa yaaa. Eh, yaşlısınız. Oğlan korkuyor tabii yalnız evde ölür kalırsınız diye. Al buyur mektubun.” “Hapı yuttun ulan Mehmet. Vallahi senin borçlular vermiş ya seni icraya. Bak, ilk mahkeme celbin geldi. Benden demesi aslanım, sağlam avukat bul. Paran da yok ki nasıl bulacaksın? Al al zarfını.”

“Neriman! Aferin kız. Kazanmışsın kazanmışsın üniversiteyi. Altıncı tercihin gelmiş. Edebiyat ama olsun. Hadi bu kötü köyden kurtuldun. Şehirden de koca buldun mu tamam. Değil mi Gülbahar abla? Kızın okuyunca köye vermezsin ya!”

Süleyman, zarfların sahiplerinin korkularını heyecanlarını eritmenin bekçisiydi. Hangi bölümü kazandığını merakla bekleyen kızcağız, eline aldığı zarfın nasıl da hızlı açıldığını anlayabiliyordu. ÖSYM ibaresini gören Süleyman kim bilir nasıl coşmuştu açarken. Elinin tütün ziftine aldırmadan zaten açılmış zarfı açtı Neriman. Bir kere de kendisi görsündü. O emek verdiği zamanların karşılığını gözlerine tanıtsındı şimdi. Süleyman’a rağmen heyecanlandı yine de. Ona rağmen annesinin gözleri doldu. Biraz baktılar, biraz kıvançlandılar. Kâğıdı zarfa geri yerleştirdi Neriman. Oturduğu minderin altına sıkıştırdı. Yüzünde gururla birlikte gelen huzur da vardı. Süleyman’a rağmen.

Köyün muhtarı ondan pek hazzetmezdi etmesine ama elden ne gelir? İnnallahına sabredip durdu. Yılların bekçisi. Mübarek öyle bir torpilli ki devlet başkanları değişiyor, Süleyman yerinde sabit. Neyse ne. Muhtar köye morg yaptırmayı kafasına koydu. Muazzam bir camisi vardı zaten köyün. Ama köylü aklına girdi: “Yok cenazeler yazın böyle olmuyor, uzaktan gelenimiz oluyor. Onlar gelmeden gömmek de olmuyor. Şuraya bir morg. Hatta güzel bir gasilhane yaptırsan muhtar. Bu yapılsa yapılsa senin döneminde yapılır. Falan feşmekan.” derken muhtarın aklına girdiler. Muhtar allem etti kallem etti. Ankara’yı dolaştı. Vali’ye çıktı. Derken Gerekli izinleri aldı. Eh, kâğıt işini halledince bu ülkede neler halledilmez ki. Gasilhane dediğin ne kadar yer tutacak? Köylü imece usulü çalıştı geceli gündüzlü. Muntazam bir gasilhane yapıldı sonunda. İçinde de güzel bir morg. Çok katlı. Şöyle bir baktılar eserlerine. Beğendiler de hani ama bakmaya giren çabucak çıktı. “Yine de,” diye içlerinden geçirdiler, “Dünya tüm şerefsizliğine rağmen çok güzel.”

Muhtarın kulağına açılış törenini üfürdüler. Dediler ki: “Yahu anlı şanlı gasilhanemiz oldu. Bekçehan köyü açılışına hepinizi bekleriz, diye civar köylere haber saldırsak. Gelseler. Kazan kazan yemekler kaynatıp ziyafet versek. Sonra da ziyaret etseler.” Muhtarın aklına yattı. Süleyman’ı civar köylere yolladı. Hoparlörlerden köylüler davet edildi. Ziyafete buyur edildiler.

Açılışın olduğu gün köyün meydanına sığılmadı. Bereket ki ne bereket. Doldu taştı ortalık. Muhtarlar, azalar, köylüler… Bir araba yanaştı meydana. Pikap denilen cinsten. İki adam atladılar arabadan. Kasadan koca bir şey indirdiler. Bir çelenk. Rengârenk çiçekli koca bir çelenk. Üstünde, “Sivrice Köyü Muhtarı Nejat İnce” yazılı.Getirdiler muhtara sundular. “Bizim muhtar gelemeyecek, hayırlı olsun der. Aha bu da çelengi.” dediler gittiler. Muhtar sevindi. Köylü sevindi. Hayatlarında ilk kez böyle bir şeyi görmüşlerdi. Gelip yakından incelediler. Süleyman da baktı baktı. Sonra yüksek sesle, “Eeee yani bu muhtar öleniniz çok mu olsun demek istiyor, ne diyor?” diye soruverdi. Topluluk buz gibi oluverdi. Muhtarın, azanın hevesi sönüverdi. Doğru, dediler kalabalıktan birkaçı. Bu doğru lafı çoğaldı çoğaldı. Uğultu oldu: doğru doğru doğr….Muhtar tekmeyi çaldı yıktı çelengi. “Atın bunu dereye!” diye hiddetlendi. Hevesi söndü, yanında eşantiyon öfke de edindi. Süleyman, yeni bir heyecanı söndürmenin sevinciyle önündeki pilava kaşığını salladı ha salladı.