Bu hikayenin nasıl başladığını hatırlamıyorum, diğer birçok şeyi hatırlamadığım gibi. Bir gün Müdür Bey geldi ve seçtiği on beş kişiye siz artık cenaze bekçisi olacaksınız dedi. Bu on beş kişinin arasında ben de vardım tabii. Olmasam şaşardım, nerede saçmalık orada ben. Neymiş efendim, ölen insanların beyinlerini çalıyorlarmış, bunu engellememiz lazımmış, bundan sonra cenazelerde bekçilik yapacakmışız. Tutamadım kendimi, “Mezarda da bekleyelim isterseniz.” dedim. Sonra ya ciddiye alırlarsa diye pişmanlıktan ölecektim o birkaç saniyede. Gerek yok dedi, ilk on iki saat önemliymiş, sonra çalmıyorlarmış. Herkes akrabasının beynine sahip çıksın diye bağırdım içimden. Müdürüme bağırmak olmazdı.
Sayısız göreve gittik, ölen insanların ilk on iki saatinin dolmasını bekliyorduk. Eğer ölen önemli biriyse görevli sayısı da artıyordu. Arada tüm önlemlere rağmen beyni çalınanlar oluyordu. O olaylarda görevli olanlar da tüm azarı yiyordu. Hiçbir suçum olmadığı halde kaç azar yedim bilmem. Ama benim için bardağı taşıran olay son yaşadığımdı.
Günlerden Cumartesiydi, nasıl heyecanlıydım. Ertesi gün beni isteye geleceklerdi. Ailemi zor ikna etmiştim zaten. Pazar sabahı oldu, amirim demesin mi falanca doktor vefat etmiş, beynini bekleyeceksiniz. Ama müdürüm beni isteyecekler bugün dedim. Sensiz istesinler, bu beyin çok önemli dedi. Bir gün erteleyemez miyiz diye sordum hayal kırıklığıyla. Saçma bir soru olduğunu laf ağzımdan çıktığı an anladım ama çok geçti. Müdürüm baktı yüzüme ama ne bakış! Bakışlarıyla yerin dibine soktu beni. Bir de üstüne demez mi, tamam kızın sen ölürsen senin beynini beklemeye gerek olmayacak anlaşıldı. Diyecek söz bulamadım. Başımı öne eğdim sadece.
O gün cenaze evine varır varmaz önce etrafı kolaçan ettik. Davetli listelerini kontrol edip kapıda bekleyen görevliye harici kimse almamasını tembih ettik. Cenazeye de davet edileni ilk kez görüyordum ya neyse. Dokuz kişi görevlendirilmiştik, üç köşeye dağıldık ve gözlem yapmaya başladık. Olağandışı herhangi bir durum yoktu. Yarım saat sonra canım sıkıldı. Aklıma bensiz yapılacak olan isteme geldi. Unutmak için çelenklerdeki yazıları okumaya başladım. Birçok kişi çelenklerin üzerine kocaman puntolarla kendi ismini yazdırmıştı. Saçma geldi. Cenazeye çiçek gönderiyorsun ama üzerinde adın yazılı. “Bu çelenkler sonra ne oluyor acaba? Birileri toplayıp tekrar mı satıyor ki? Mantıklı. Eve çelenk götürülmez. Burada da kalamaz. Zaten artık yapay çiçeklerden yapılıyor çoğu.” gibi düşüncelerle üzerindeki isimleri okuyordum. Tüm çelenklerdeki yazıları okumayı bitirmek üzereydim ki farklı bir çelenk dikkatimi çekti. Gerçek çiçeklerden oluşuyordu ve üzerinde sadece “Seni çok özleyeceğiz.” yazıyordu. Bana göre ortamdaki en mantıklı çelenkti ama muhtemelen gönderenin adının kocaman yazıldığı çelenkler kadar ilgi çekmeyecekti. Üzüldüm. Kendi istememe gidemediğime üzülmemek için çelenge üzülüyordum. Daha kolaydı sanırım veya daha acısız.
Aradan ne kadar süre geçti hatırlamıyorum. Yemekler yendi, dualar edildi, helvalar dağıtıldı. Sonra bir çığlık kıyamet. YETİŞİNNNN. DOKTOR BEYİN BEYNİNİ ÇALMIŞLAR! Koştuk hemen. Gerçekten de beyin kaçırılmıştı. Üstelik herkesin içinde, biz de oradayken. Kapıları kilitledik. Önce ayrıntılı bir arama yaptık. Kimsede kendi beyinlerinden başka bir beyne rastlamadık, bazılarında o da yoktu ya neyse. Sonra herkesi tek tek sorguya aldık. Kimsenin bir bilgisi yoktu. Birçoğu cenazeye kendini göstermeye ve yemek yemeye gelmişti. Sorsanız herkes rahmetliyi çok severdi, o kadar üzülmüşlerdi ki gözyaşları sel olmuş çöllere akmış, çöllerden de taşmış denizlere karışmıştı. Ama şüpheli bir durum görmemişlerdi Eli kanlı birini görsek mutlaka anımsarlarız, dediler. Hadi onlar neyse de biz de görmemiştik. Geldiğimizden beri sürekli gözlem yapıyorduk, hiçbir anormallik fark etmemiştik.
Sorgulamalar bitince emniyete döndük. Müdürümüz bizi kapıda karşıladı. Kaçacak bir delik bulsam anında kaybolacaktım. Kaçamadık. Bizi nasıl haşladığını burada anlatmak istemiyorum. Biz henüz odasından çıkmamışken bir haber geldi. Beyin cenaze evinde değil oraya götürülmeden çalınmıştı. Yani bizim bir suçumuz yoktu, boşu boşuna ahımız ve günahımız alınmış, kalplerimiz kırılmıştı. O odadan bir çıkışım var, görmeniz lazımdı. Burnum havada, bakışlarım devrik, gülümsemiyorum ama surat da asmıyorum. Dışarıyı bilemem ama içeriden çok havalı bir halim vardı. Bu olay sonuçlandı mı, nasıl sonuçlandı bilmiyorum. Açıkçası artık merak da etmiyorum.
Kendi sözüme gidemedim. Nişanımda birileri ölmesin diye dua edip duruyorum. Ama bu böyle olacak gibi değil. Başkalarının beyninin bekçiliği yapacağız diye kendi beyin sağlımız bozulmak üzere. Ben evimin hanımı, çocuklarımın beyin sağlığı yerinde anası olmaya karar verdim. Sözün özü ben istifa ediyorum. Size ilettiğim bu zarfta istifa dilekçem de mevcut. Bu dilekçenin verdiği güvenle size samimi bir şekilde içimi döktüm. Müdürümün bir üstü olarak Emniyet Müdürüme yazdığım bu mektup biliyorum ki yine kendi müdürüm tarafından okunacak. Sayın Müdürüm; kendinize iyi bakın ya da bakmayın umrumda değil. Umarım bir daha karşılaşmayız.
Kalp kırıklıklarıyla;
Tuba Tırtıl
Müdür zarfa baktı, istifa dilekçesini inceledi. Yazılanları tekrar gözden geçirdi. Hay Allah, tam da bugün beyin bekçiliği görevinin bizden alındığını duyuracaktım, dedi içinden. Dışından keyifle gülümsedi. Bu keyfe bir kahve iyi giderdi. Açtı telefonu, istedi sade kahvesini. Dilekçeye baktı. Çok iyi karar, dedi ve ufak bir kahkaha attı.