01.08
Yalancı prenseslerden arda kalanların ortaya çalındığı saatler. Ay yarım, gökyüzü bulutsuz, sokak lambaları titrekti. Bekçi Osman tüm ciddiyetini koltuğunun altına almış müfettiş edasıyla sokaklarda dolanıyordu. Şehrin tüm sırları kulağına fısıldıyor gibiydi. Öğle vakti mahalle maçından kalan bağrışmaların yanında geçiyor, ani fren yapmış bir arabanın balata kokularına bulanıyordu. Adımları belli bir ritimdeydi; her gece aynı sokakları dolanır, aynı çatının sarkık tenekesine bakar, aynı kedinin gözleriyle göz göze gelirdi.
Osman, bir dükkanın önünden geçerken kapının yanındaki soluk bir saksıyı fark etti. Çiçeği, her zamanki gibi canlıydı. Ama onun canlılığı, suyla değil; sanki biri tarafından her sabah yeniden hatırlanmakla mümkün oluyordu. Hasan, bu çiçeği uzun zamandır tanırdı; hem bildiği hem bilmediği bir dost gibi. Belki yarın sabah dükkan açılmadan oraya uğrardı. Belki bir ses duyar, belki o sesi hatırlardı.
01.27
Kaldırım kenarında yere atılmış kola kutusunun yanında tek bir çocuk ayakkabısı. Küçücük. Osman ayakkabıyı aldı. 24 numara, toz pembe, çiçekli. Temiz ama kenarlarında hafif kat izleri. Zıplamayı seven bir kız çocuğu. Neşeli ve heyecanlı. Kumral kıvırcık saçları, ışıldayan gözlerinin önüne gelip duruyor. Buraya nasıl düşmüş ki?” diye düşündü. Belki babasının kucağında uyuyakaldığı sırada ayakkabı düşmüştü. Belki bir topa öyle bir tekme atmıştı ki ayakkabı fırlayıp kaybolmuştu. Bulamadan babası onu omzuna alıp eve götürmüştü. Belki bir köpek kapıda kalmış ayakkabıyı buraya sakladı. “Şimdi uyanınca ağlamıştır,” dedi. Ayakkabıyı bir kenara, duvarın dibine yerleştirdi. Sanki birisi gelip alacak gibiydi. Belki de kimse almayacaktı ve bu eksiklik, sabaha kadar şehrin iç sessizliğine karışacaktı.
02.12
Alt sokağa indi. Adımları yavaşladı. Mavi kalebodurlu eski bir apartmanla kırmızıya boyanmış çatlak duvarlı bir binanın ortasında bir çelenk. Üzerinde büyük puntolarla isim yazılı çapraz yerleştirilmiş bir etiket yok. Karanfil dolu hüzünlü çiçeklerle bezeli değil, cenaze çelengi olamaz. Çöpün yanında değil, kimse atmaya çabalamamış. Ne bir dükkan açılışına Yoldan geçen hiçbir çocuk içinden çiçek koparmamış gibi sağlam, rüzgar dokunmamış gibi düzgün ve taze. Sanki o an oracıkta bitivermiş. Çelenge yaklaşınca burnunu hanımeli ve nergis kokuları sardı. “Çelenk kokmaz böyle,” dedi içinden. “Yanlış parfüm sıkılmış.” Tam çelengi geçip gidecekti ki gözüne bir zarf ilişti. Beyaz, köşeleri kıvrılmış. Önce tereddüt etti ardından zarfın içine baktı.Bir isim belki bir marka veyahut bir temenni "mutluluklar dileriz" ya da "başınız sağolsun" gibi bir cümle. Ama hayır sadece bir cümle:
“Üç saat sonra, aynı yerde.”
Bekçi alnını kırıştırdı. Bir çelenk gizli mesajlaşma aracı için fazla göz önünde, diye düşündü Hem Ne zaman bırakılmıştı? Kimeydi? Neyden üç saat sonra? Burada mı?
02.43.
Zarfı yerine bıraktı. İki aşık buluşacaktı. Mafya borçlunun gözünü korkutmaya çalışıyordu. Uyuşturucu satışı gerçekleşecekti. Ellilerinde saçı kırlaşmış, göbeği büyümeye başlamış, karısı tarafından üç ay önce terk edilen tarih öğretmeni kendi geçmişiyle yüzleşmeye karar vermişti. Osman çelenkten uzaklaştı. Ama sokaktan çıkarken üç kez dönüp baktı. Çelenk, hâlâ oradaydı. Sanki o değil de kendisi geçip gitmişti.
03.31
Dükkan kepenkleri, köşedeki kömürcü, bankta horlayan evsiz, az ötede uyuyan sokak köpeği hepsi yerli yerindeydi. Ama Osman’ın aklı hâlâ çelenkdeydi. Saat 04.50’de çaycıdan bir bardak çay aldı. Çayın sıcaklığıyla mahalle camisinden sızan sabâ makamının ürpertisi birbirine karışıyordu. Osman kendisini tekrar aynı sokağa giderken bulduğunda, adımlarını hatırlamıyordu. Zaman bir ağ gibi üzerine düşmüş, geçmişle şimdiki an arasındaki ayrımı silmişti.
05.38
Aynı yerdeydi. Aynı köşe, aynı çelenk. Çiçekler hâlâ diri. Zarf kıpırdamamış. Bekçi Osman ellerini cebine soktu, kaldırım taşlarından birine oturdu. Ellerini dizlerine koydu. Bu sadece bir merak değildi; bu, kendini izlemekti. Kendi bekleyişine kendine bile çaktırmadan tanıklık etmekti.
05.41
Bir ses. Hafif, çizik bir miyav. Çelenge baktı ama ses oradan gelmiyordu. Kaldırım kenarında bir kedi belirdi. İnce, tüyleri kabarık. Annesini kaybetmiş gibiydi. Süt istiyordu belki. Hasan eğildi, “Gel bakalım küçük,” dedi sessizce.
Kedi, çelenge yaklaştı. Çiçekleri kokladı. Olmayan nergis ve hanımeli kokularını duydu. Sonra zarfa doğru iki küçük sıçrama yaptı. Bir gülümseme yayıldı Osman’ın yüzüne. “Kediye mesaj mı?” dedi kendi kendine. “Üstelik zarf, onun erişemeyeceği yerde.” Saat 05.43.
Çelenk devrildi.
Zarf kıpırdamadı.
Kedi, çiçeklerin arasına kıvrıldı. Belki uyuyacaktı. Belki düş görecekti. Belki olmayan bir nergis kokusu duyacak, olmayan bir hanımelinin hayaliyle avutacaktı kendini. Üç saat sonra, aynı yerde. Belki başka biri gelir diye düşündü. Belki hiçbir şey olmaz. Belki zaten olmamıştı da.
Bir bekçi, gecenin içinde neyi korur?
Bir zarf, neyin haberini getirir?
Bir çelenk, neyin anısıdır?
Belki hiçbirinin bir anlamı yoktu. Belki de hepsi olmayan her şeyin yerine konmuştu ve insan, en çok onları beklerdi. Bekçi Osman yavaş adımlarla yürümeye başladı. Ay hala yarımdı, gökyüzü hâlâ bulutsuz, güneş ilk ışıklarını gösteriyordu.