Tekdüze yaşadığım hayatımın herhangi bir sabahı zeytin yerken öldüğümü öğrendim. Benim gözümü ölümün gerçekliğine ve bir o kadar da bana işlemişliğine açan olay buydu. Gecesinde öylece geçip gittiğim sokağa üç gün sonra ismimin verileceğini de tahmin edemezdim, tıpkı öleceğimi tahmin edemediğim gibi. Ben zeytin çekirdeklerini tek sayıya tamamlamak için ağzıma götürdüğüm on birinci zeytini yerken sessiz evin tek sesi olan televizyonda sıcak bir gelişme haberi sunuldu. Habere göre dün gece devlet adına çalışan bir ajanın o sokakta yaşadığını öğrenen dış mihrakların suikast girişimi engellenmişti. Bunu engelleyense sokağın bekçisiydi. Bekçi kelimesini duyunca başım bir refleksle doğruldu ve televizyona odaklandı.
Soğuk bir Şubat ayının güneşin bulutları delip yeryüzüne ulaşamadığını bir günüydü. Yarım açılmış perdeden içeri giremeyen ışıkların yerini televizyonun ışığı dolduruyordu. Tenezzül edip lambayı bile açmadan masadaki zeytin ve peynirlerle karnımı doyurmaya çalışıyordum. Bir aralık bunlarla doymayacağımı anlayıp dünden kalma, yıkamaya üşendiğim tavayı yıkayıp kendime üç yumurta kırdım. “Bekçi” kelimesini duyunca başımı kaldırdığımda televizyondaki tanıdık manzarayla karşılaştım. Olay yerindeki muhabir dün gece yaşananları anlatırken kameraman sakince sokağı gösteriyordu. Bu fırını biliyordum, dün gece bu kaldırımın kenarında üç yavrusuyla bir kedi vardı. Pembeliğine şaşırdığım evin ışıkları hâlâ tek tük yanıyordu. Kapağı açık çöp kutusuna taze atılmış çiçekler ise çöplerin arasından parlıyordu.
Televizyona dalmışken yanlışlıkla ağzıma bir zeytin daha götürdüm ve artık on üçe tamamlamam gerekiyordu. Bunu fark edip kafamı sofraya çevirdim ve ardından televizyona tekrar baktığımda önceki bilgilerim nihayet yüklendi ve ben büyük detayı keşfettim. Bu sokak dün gece benim bekçiliğini yaptığım sokaktı. Nasıl olurdu da suikast bekçi tarafından önlenirdi. Sokakta benden başka bekçi yoktu ve ben de suikast engellemeyi bırakalım görmemiştim bile.
Ben tüm olup biteni bazen karıncalanma yapan tüplü televizyonumdan öğrenmeye çalışırken sunucu kadın beni dehşete düşüren bir cümleyi gerçekten üzülmüş gibi yaptığını hissettiğim bir acımayla sarf etti: Maalesef çıkan çatışmada şehit edilen bekçimiz için bugün… Şehit edilen mi? …camiinde cenaze namazı kılınacaktır. Cenaze namazı mı?
Anlamsız bakışlarımı daha da hayrete düşürecek olan şey sonunda oldu ve ismimi televizyonda gördüm. Duraksadım ve etrafıma bakınmaya başladım. Ne yani gerçekten ölmüş müydüm? Ölüm denilen şey bu kadar kolay, bu kadar ansızın ve fark etmeksizin mi buluyordu insanı?
Soğuk ve kasvetli evimin içerisinde ne yapmam gerektiğini düşünerek dolandım. Sorgu meleğinin geldiği de yoktu. Demekki ölmemiştim. İzlediğim filmlerde ölüm bir evin kapısından girince gri bir efekt de otomatik olarak yüklenirdi. Evim grileşmiş mi diye baktım fakat evimin her zaman bu gri efekte sahip olduğunu o an anladım.
Başıma büyükçe bir fes takıp ağzımı atkıyla kapattım. Kalınca bir kaban giyip kendimi dışarı attım. İnsanlara “Ben ölmedim” deme niyetinde değildim. Belki de gerçekten ölmüştüm. Haklın nabzını ölçmek için sokağa inen belediye başkanı tavrıyla yürümeye başladım. Esnafların olduğu yere doğru ilerledim. Nuri amcanın bakkalının önünde büyükçe bir çelenk vardı. Nuri amcaya selam verecekken kendimi durdurdum. Bir işe kalkıştığımı erken unuttuğum için kendime kızdım. Çelenkteki renkli çiçekler dikkatimi çekince yaklaştım. Üstündeki yazıyı okuyunca şok oldum: Çok iyi adamdın Bekçi Bekir. Nuri amcanın bana çelenk yaptırması hayret vericiydi. Beni bu kadar sevdiğini bilmezdim. İnşallah veresiyeyi de silmiştir diye dua ederek yoluma devam ettim. Kasap Hasan amcanın dükkanının önünde de bir çelenk vardı: Kalbimizdesin Bekir. Bugün daha ne kadar hayrete düşeceğimi tahmin etmek bile istemedim. Ardından terzi, kırtasiye ve mahalledeki tüm esnafı dolaştım. Çelenk yaptırmamış bir kişi bile yoktu. Üstelik esnaflar dışında mahallede maddi durumu iyi olanlar bile küçüğünden birer çelenk yaptırmışlardı. Bunca çelenk neden yapıldı diye sormadan edemiyordum. Dayanamayıp bir dükkana girmeyi ve birine sormayı düşünürken yanımdaki bir genç dükkan sahibine “Abi bunca çelenk nedir, mahallenin başından beri çelenk görmediğimiz kapı kalmadı neredeyse.” Diyince adam hoyratça gülerek “Görmedin mi evladım sosyal medyada akım başladı. Bekçi Bekir öyle bir ajanı kurtarmış ki herkes övgülerle bahsediyor. ‘Çelenkler içinde uyusun’ akımına uyduk biz de. Onun kahramanlığını böyle hatırlayacağız.”
Yok artık! Bunu sesli söylemiş olacağım ki genç ve adam bana baktı. Derhal oradan uzaklaştım. Sosyal medyada ne olduğunu anlamak için elim cebimdeki telefonuma gitti. Yani cebimde olma ihtimali olan telefonuma. Fakat cebimde yoktu. Eyvah! Telefonumu evde unutmuş olduğumu düşündüm. Koşarak geri döndüm ve telefonumu aradım. Yapayalnız yaşadığım evimde kanepenin üzerinde aylardır hareket etmemiş minderler bile ben arayış içindeyken yerlere savruldu. Telefonum evde değildi. Onu bir yerde düşürmüş olmalıydım.
Bir an sakinleşmek için durdum ve neler yaşadığımı çözmeye çalıştım. Evet, ölmüştüm ya da hayır, ölmemiştim fakat sosyal medya sallanıyordu. Ben bunu bilmiyordum ama onca çelenk büyük bir çelınç sonucu olsa gerekti. Anam yaşıyor olsaydı yaşıma başıma bakmaz eteğine düşer ağlardım. Anamdan başka da gidecek yerim yoktu, sustum ağlamadım. Sağlığında beni evlendirmek için onca kapıya gitmiş “Yok biz bekçi değil polis isteriz.” laflarıyla geri dönmüştü. Herhalde polis gelince de savcı isterlerdi. Ölmüşüm çelenk atanım çok fakat bir yuvam bile yoktu.
Ağzımı tekrar sarıp sarmalayıp cenazemin yolunu tuttum. Mezarlığın önünde müthiş bir araba kalabalığı vardı. Devlet erkamı da bu kahraman adamı övgülerle anmak için gelmiş olmalıydı. Kalabalığın arasından bir hayalet gibi geçtim. Çevresi çelenklerle bezelenmiş tabutun yakınında durdum. Hislerim alınmış gibiydi. Kendi cenazemde ağlayamadım. İnsan kendi cenazesinde de ağlamıyorsa bu dünyada onu başka ne üzebilirdi ki?
Kuran okunurken birisi geldi ve mezarımın başına bir zarf bıraktı. Herkes zarfın ne olduğu merak etti. Adam olayın yaşandığı yerde bu saati bulduğunu, saatin içindeki B harfinden bekçi Bekir’e ait olduğunun tespit edildiğini söyledi. Herkes başıyla onaylayarak merakını giderdi. Gözüm zarfa takılı kalmıştı. Şu kocaman dünyadan göçerken geride bıraktığım tek eşya anamdan yadigar saatimdi. O da küçücük bir zarfın içinde gelip birazdan içine gireceğim mezarımın başına öylece koyulmuştu. İnsanlara dönüp baktım. Sağ olsun tanıyan tanımayan herkes gelmiş, çelenk getiremeyen çiçek getirmişti. Fakat kimsenin ağzında yaşanan olay yoktu. İnsanlar bu cenazeye sadece katılınması gereken bir tören gibi gelmişti. Feryat figan olmasa bile içten içe ağlayan bir insan bile göremedim. İmam helallik isterken yanımdaki bakkal Nuri amca “Helal olsun ama veresiyeyi de ödese iyiydi.” diyiverdi.
Tam ben gömülecekken kolluk kuvvetleri geldi ve alınan bir kararla tabutun açılması gerektiği söyledi. Gerekçesi dün gece olay sokağında mahalleli tarafından “Meczup akif” diye bilinen aklî dengesi yerinde olmayan bir adamın evinden bekçi kıyafetleriyle çıkıp bir daha eve gelmemesiydi.
İçimden derin bir “Ohh!” çektim. Çok şükür ölmemişim. Ben bekçi Bekir, ölmedim diye haykırmak vardı ama yapmadım. Sakince mezarın başındaki zarfı aldım, kalabalığı yararak evimin yolunu tuttum. Başıma gelen bunca olayın sabah yanlışlıkla yediğim on ikinci zeytinle alakası olup olmadığını düşünmeden edemedim.