“İmdaaaat!” Bir kadın sesi. Saat 22.30 suları ve etraf zifiri karanlık. Sesi duyup irkildi ama yerinden kalkmadı. Olanlara kayıtsız kalmayı tercih etti.
***
Orman bekçisi, her günkü gibi yine kulübesindeydi. Birkaç saat önce şehre inmiş, yiyecek bir şeyler ve bir halat almıştı. Ara sıra tüm bunları yenilemesi gerekiyordu.
Yıllar önce bu işe ilk başladığında neyi koruduğunu çok sorgulamıştı. Ama kime sorduysa cevap bulamamıştı. İlk başlarda kendi kendine çok söyleniyordu. “Kuş uçmaz kervan geçmez bu ormanda neyi neyden koruyorum ki, bu ormanda bir ben varım bir de şu durmadan öten cırcır böcekleri.”
Aldığı erzakları dolaba yerleştiriyordu. O sırada dolabın altında bir zarf gözüne ilişti. Sanki biri eliyle yerleştirmiş, hafifçe de dolabın altına itmiş gibiydi. Merakla aldı zarfı, üstünde hiçbir şey yazmıyordu. Hızlıca açtı. İçinde dörde katlanmış bir kâğıt vardı. Biraz endişe, biraz da merakla kâğıdı açtı. Bu bir haritaydı. Üstünde bazı noktalarda anlamadığı bir dilde, daha önce hiç görmediği sembollerle bir şeyler yazılıydı. Haritada bir nokta özenle işaretlenmiş, daire içine alınmıştı. “Bu ormanın haritası olsa gerek.” diye mırıldandı. Peki bu haritayı oraya kim koymuştu? “Belki de hep oradaydı, yeni çıktı gün yüzüne.” diye düşündü. Bu fikre kendisi de ikna olmadı.
Bu harita zihnini iyice kurcalamaya başlamıştı. Saat öğleden sonra olmuştu bile. Birkaç saate gün batacaktı. Ama aklına koymuştu, o işaretli yeri bulması gerekiyordu. Sırt çantasına biraz erzak, halat, fener gibi şeyler koydu ve yola çıktı.
Biraz yol aldı, ağaçların ve çalıların arasından geçti. Yüksek ağaçlar güneş ışığının kendisine ulaşmasına engel oluyordu. Zaten hava da iyice kararmaya başlamıştı. Taşlı ve engebeli yollarda yürümekten ayakları iyice yorulmuştu. İlerde harabe bir yer gördü; bir kulübeydi. Yaklaştı, bu geceyi orada geçirmeyi düşündü. Fakat kulübeye yaklaştıkça buz gibi bir hava yüzüne çarpıyordu. Yazın ortasında bu hiç normal değildi. Rüzgar ve soğuk o adım attıkça artıyordu. Sanki kulübe ona sinirliydi ve onu içeri almak istemiyordu.
Bir anda kulübenin penceresinden birini gördü. Kahverengi uzun saçları arkadan toplu, zayıf ve kısa boylu bir kadındı bu. Bir adam ona zarar vermeye çalışıyordu. Adamın elinde bıçak vardı. Bir anlığına kadının yüzünü gördü; bu onun ablasıydı! Yıllardır görmemişti onu ama sanki bıraktığı gibiydi. “İmdat!” diye bir ses yükseldi. Belki de yükselmedi. Kulakları böyle bir şeye şahit olmamış gibiydiler ama sanki zihninde bu ses yankılandı. Birkaç saniyeliğine ablasını ve adamı gördü, sonra aniden görüntüler yok oldu. Gözlerini ovuşturdu, yine yoktular. Olanlara inanamadı. Yaşadığı şokla birkaç adım geriledi, sonra yine düştü. Eli keskin bir kayanın ucuna çarpmıştı. Sol eli paramparça oldu neredeyse. Ne yaptıysa elindeki kanı temizleyemedi.
***
Gece yarısına doğru tekrar yola koyuldu. Kulübenin olduğu yerden sağa dönmüş, çok fazla engelle karşılaşmadan dere kenarına kadar gelmişti. Dere boyunca yürümeye başladı. Birdenbire karşısına garip giyimli insanlar çıktı. Tenleri oldukça esmer, birçoğu pek zayıfçaydı. İçlerinden biri onu gördü, telaşla yanındakilere bir şeyler söyledi. Üç kişi hızlıca bekçiye doğru koşmaya başladılar. Korkmaya başlamıştı. Onu apar topar kollarından tutarak bir yere sürüklemeye başladılar. Bu insanlar çelimsiz görünüşlerine karşın şaşırtıcı derecede güçlüydüler.
Paniklemişti, “İmdaaat!” diye bağırmaya başladı.Çevrede yardım edecek hiç kimse yoktu. Belki de vardı. O an içinde bir çaresizlik hissetti. Bu tuhaf insanlarla baş başa kalmıştı, artık kaderi onların elindeydi.
Onu bir çadıra götürdüler. Burada pek çok çadır yan yanaydı ama bu girdikleri içlerinden en ihtişamlı olanıydı. İçerde ilk bakışta ürkütücü gelen fakat insanın ruhuna işleyen bir atmosfer vardı. Bu çadırda birçok insan toplanmıştı ve sessiz bir ayindeydiler sanki. Hep bir ağızdan onun anlamadığı bir dilde bir şeyler mırıldanıyor ve tam ortada duran, kırmızı çiçeklerden ve yabani otlardan yapılmış bir çelengin etrafında dönüp duruyorlardı. Hepsi çok huzurlu görünüyordu. Bekçiyi kollarından tutan kişiler onu hafifçe ittirip bu dönen topluluğa katılmasını işaret ettiler.
O da artık çelengin etrafında dönüyordu. Dakikalar böylece geçip gitti. Mırıldandıkları ilahi içine derin bir hüzün veriyor, bekçi kendini düşünmekten ve bazı anılarını hatırlamaktan alıkoyamıyordu. Yüreğine tarif edilemez bir boşluk duygusu ve pişmanlık hücum etmişti. Bu sükunet ona acı veriyordu. Elindeki kan yavaş yavaş durmaya başladı. Sonra aniden dönmeyi bıraktılar. İçlerinden biri eğilip yerden bir kap aldı. Bu adam oradaki topluluğun lideri gibi görünüyordu, başında yapraklardan yapılmış bir taç vardı. Elindeki kaba parmağını daldırdı, kapta beyaz bir karışım vardı. Eline gelen sıvıyı bekçinin alnına sürdü. Sonra usulca sarıldı ona. Bekçinin gözünden birkaç damla yaş geldi.
Tuhaf insanlar ona elleriyle “Gidebilirsin.” anlamına gelen bir işaret yaptılar. Bekçi yavaşça çadırdan dışarı çıktı. Kulübesine geri dönebilmek için çantasından harita kâğıdını çıkardı. Kâğıda baktığında harita silinmişti.