İşte Geldik Gidiyoruz

Yasemin Çakır

Kasabanın kıyısında, dağın yamacına yaslanmış eski mezarlığın bekçisiydi İbrahim Bey. Yıllarını bu taşlar arasında geçirmişti. Her sabah güneş doğmadan, her akşam karanlık çöktükten sonra devriyesine çıkar, kendine ait bir tür ayinle dolaşırdı mezarlar arasında. Mezar taşlarının üzerindeki kuş pisliklerini, yabani otları temizler, kırılmış mermerleri elinden geldiğince düzeltir, sessizliğin düzenini bozacak her şeyi kaldırırdı. Acelesi yoktu. Mezarlıkta zaman başka akardı. Ölüler acele etmezdi.

Kasabanın en sessiz yeriydi burası. Ne çocuk sesleri ne de ezan yankılanırdı. “Kimsesizler Mezarlığı” derlerdi adına. Kimi doğarken terk edilmişti burada yatanların, kimi ölürken. Kimileri ismini bile taşıyamamıştı mezar taşına yalnızca birer numarayla gömülmüşlerdi toprağa. İbrahim Bey bu kimsesizliğin bekçisiydi. Yaşarken görmezden gelinenleri görmeyi gaye ederdi sessizlik nöbetinde.

Kimsesizler Mezarlığı’na giden yolun sonu her zaman çamurluydu. Ne asfalt isterdi o toprak ne tabela. Oraya gelenler yol aramazdı çünkü. Yolun sonuna geldiklerini zaten bilirlerdi. Orada, sarkık tel örgülerin ardında, kırık dökük bir kulübede yaşardı İbrahim Bey. Kimse onun ne zaman geldiğini, kaç yaşında olduğunu, neye güldüğünü ya da en son neye ağladığını bilmezdi. Mezarlığın eski çınarı gibiydi; kökü topraktan, dalları gökyüzünden bihaberdi. Yüzü zaman gibi kırış kırıştı. Konuşmazdı. Hoş, pek ziyaretçisi de olmazdı. Defin işleri sabahları belediyeden iki görevli tarafından yapılır, sonra herkes “hadi kolay gelsin” deyip mezarlığı terk ederdi. O kalırdı. O her zaman kalırdı.

Bir Nisan sabahı, her zamanki gibi çamurlu patikadan yürüyerek geldi mezarlığa. Çiy taneleri ayakkabısını ıslattı, rüzgâr tenini ısırdı. Kapıya yaklaşınca bir zarf dikkatini çekti. Zarfın üzerinde ne gönderen vardı ne alıcı. Sadece kırmızı bir mühür. Çiçek desenli ama çiçek değil, bir çelengin soyut izi gibiydi. Zarfı eline alıp kapıyı açtı. Açmadan önce zarfa uzun süre baktı. Sanki içindekini önceden biliyormuş gibiydi. “12. Parsel - Sıra 4 - Boş mezar. Yarın sabah çelenk bırakılacak.”

12. Parsel’in Sıra 4’ü. O parselde üç boş mezar kalmıştı. Birinin başında aylar önce kazılmış ama hiç kullanılmamış bir çukur vardı. O çukuru İbrahim Bey kendisi açmıştı. Nedense kapatmaya içi el vermemişti. Sanki mezar vaktinin gelmesini bekliyordu.

Ertesi sabah sis bile henüz dağılmamışken oradaydı çelenk. İbrahim Bey, ağır adımlarla yaklaştı. Çelenk alışıldık beyaz çiçeklerden değildi. Kurumuş lavantalar, siyah güller ve içinde bir tomar kâğıt olan sarı bir kurdeleyle bağlanmıştı. Kurdelenin ucuna iliştirilmiş notta tek soru vardı: “Hazır mısın?”

İbrahim Bey hayatta ilk kez korktuğunu hissetti. Ama bu korku ölüme dair değildi. Hatırlamaya dairdi. O da onlardan biriydi. Sadece mezarlığın bekçisi değil, sessizce kendi yerini bekleyen bir kimsesizdi. Belki de mezarlık ona değil, o mezarlığa aitti. O gece, çelengi alıp kulübesine götürdü. Kurumuş lavantaların arasından bir zarf daha çıkmıştı. Açmadı. Açmak bir kapıyı sonsuza dek aralamak olurdu. Çelengi sobanın yanına, yatağının başına koydu.

Sabah belediyeden gelen görevliler onu yerinde bulamadı. Kulübe boştu. 12. Parsel- Sıra 4'te ise yeni konulmuş gibi duran bir mezar taşı vardı:

“İbrahim.

Bekçiydi. Tanıktı. Unuttuğunu sandı.”

Taşın altında yere özenle iliştirilmiş bir zarf duruyordu. Açılmamıştı. Açılmasına gerek de yoktu. İbrahim Bey içindeki cümleyi zaten biliyordu. İnkâr ettiği gömdüğüydü.