Yok yok. Bu böyle olmayacak. Hayatımın en güzel yılları olması gereken zamanlar şu küçük köyde çöpe gidiyor resmen. Her sabah aynı şey. Kalk. 3 göz evde 11 kişinin arasından kendini dışarıya atmaya çalış. Aynı yollardan geç, aynı insanlarla selamlaş, aynı işe git. Aynı aynı aynı…
Bir zamanlar bambaşka hayallerim vardı. Öyle inanıyordum ki kendime, herkesi ve her şeyi geride bırakıp gidebileceğimi dahi düşünüyordum. Geriye dönmeyecektim. Kararlıydım buna. Tüm bağları kesip atmıştım üniversiteye gitmeden önce. Ailemi unutmak, nereli olduğumu, nasıl bir evde büyüdüğümü hafızamdan silip atmak istiyordum. Sonradan öğrendim bunun mümkün olmadığını. Daha ben doğmadan önce yazılmış olanı silecek bir silgim yoktu. Kendimi bilmeden bana bildirileni unutamıyordum. Ve çıktığım yollar bir şekilde eve varıyordu hep.
Her şeyi arkamda bıraktığım serabının ilk bozuluşu ben daha üniversitedeyken, evden ayrılalı iki sene olmuşken gerçekleşmişti. Kız kardeşlerimden birini ipsiz sapsız bir herif kaçırmış, köydeki her şeyi bilen hatunlardan birinin dediğine göre Ankara’ya -benim yaşadığım yere- getirmişti. Abim, küçük erkek kardeşim Hasan ve babam Ankara’ya gelmiş ama büyük şehirde yol yordam bilmedikleri için Hasanın ısrarları sonucu beni aramışlardı. Köyümde değil Ankara’da olmanın verdiği güvenle yardımcı olmayı kabul etmiştim. Babamın da biraz gönlünü almıştım. Yaptıkları tüm kötülüklere rağmen belki de tamamen kopmak gerekmiyordur diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ne aptallık ama.
Bir kapıyı aralamıştım. Ve aralanan kapılar her zaman kapalı olanlardan daha kolay açılır. Hayatımdan çekip atmak istediğim, kurtulmaya çabaladığım her şey kötü huylu bir ur gibi her yere yayılmıştı. Ne yaparsam yapayım önüne geçemiyordum. Bir süre sonra karşı koymamaya başladım. O dönem Sultan’la karşılaşmam ve evlilik yoluna girmemiz de işin tuzu biberi oldu. Daha birkaç sene önce yüzlerine bakmayacağımı düşündüğüm ailem bir anda evliliğime dair kararlara karışmaya başladı. Ve sonunda beni mahvettikleri gibi ilişkimi de mahvettiler.
Bu sefer kesin, yalvarsalar yüzlerine tükürmem bile dedim. Bir telefon geldi. Abim ve babam bir trafik kazasında ölmüş. Evin en büyük erkeği ben kalmışım. Mecburen gerisin geri memlekete döndüm. Şimdi bakınca yapmayabilirdim diyorum. Ne var yani? Yok de. Benim ayrı bir hayatım var de. Size arada para atarım, babamın kahveyi de başkası işletsin aylık size para ödesin de. Onca eğitimden onca çabadan sonra geri dönüp kahvede çalışmak neden. Akıl yok ki bende. Aptal.
İşte şimdi de her gün aynı anlamsız işi yaparken hayatıma ve kendime söverek günleri geçiriyorum. Birbirinin kopyası vakitler arasında seksek oynuyorum ama yavan bir oyun bu. Sıkılıyorum, durmak istiyorum. Zamanın akışı izin vermiyor. İçinde kalmam için çizilmiş çizgilerden nefret ederken çizgilere basmamak için insanüstü bir çaba harcamaya devam ediyorum.
Dedim ya, olmayacak böyle. Olmuyor. Zihnimde başka oyun alanları arıyorum. Kararımdan dönmek çok zor artık ama yaşayamıyorum da böyle. Dikkatimi dağıtacak, beni oyalayacak şeyler arıyorum hayatın içinde. Babamın bana bıraktığı - kasıtlı olarak değil tabii - bir oda dolusu eşya var. Onlarla ilgilenmeye başladım. İşte o zaman her şey değişmeye başladı. Unutmak istedilerimi hatırlamaya, hatırladıklarımla bir şeyleri değiştirmek istemeye başladım.
Babam her zaman tuhaf bir adamdı. Tuhaf derken dengesizliğini, dayaklarını ya da insana bulunduğu yerde ölüp yerin altına gömülmek isteten sözlerini kast etmiyorum. Tabii, tuhaflığının da bende ölmeyi arzulatan bir tarafı olduğunu da söylemem gerekir. Onun tuhaflığı en çok kafaya bir şey taktıysa fikrini değiştirmenin, o şeyden zihnini uzaklaştırmasını sağlamanın mümkün olmamasından kaynaklıydı. Mesela kahve işletmesinin tek sebebi kahvenin eski sahibinin ölmeden önceki son konuşmalarında ona gözüyle “burası bundan sonra sana emanet” diye bir işaret verdiğine inanmasından kaynaklanıyordu. Ömrünün çoğunu tamir işiyle -özellikle saat tamir ederek- geçiren adam birden tüm itirazları kulak arkası edip her şeyini satmış kahveyi satın alıp işletmeye başlamıştı. Eski hayatına dair sadece kolundaki saati kalmıştı.
Ölmeden bir süre önce de kafasını saatine takmıştı. Bu saatin onun ayrılmaz bir parçası olduğunu, onu kaybederse yolunu kaybedeceğini düşünüyordu. Öyle ki vasiyetinde; “Eğer beni gömerken saatimi çıkarırsanız hepinize hakkım haram olsun” diye başlayıp saatin ona ahirette yol göstereceğine dair uzun açıklamalarla devam eden bir madde bile vardı. Bir diğer madde de kahveyi işletmeye devam etmemizdi tabii.
Saat mevzusu defin zamanı bizi çok yormuştu. Kimse babamı saatiyle gömmeyi kabul etmiyor ama onsuz gömmeye de bizim gönlümüz razı gelmiyordu. Bizim dedimse çoğunlukla annemin ve Hasan’ın. Bana göre hava hoştu. Zaten kahve de evin sorumluluğu da benim omuzlarıma yüklenmişti. Bir yolu bulunup diğer isteği gerçekleşmese içim az da olsa soğuyacaktı. Bir an istediğim gerçekleşecek de sandım. Babamı saatsiz gömdüler. Ama akşam vakti Hasan beni önüne katıp mezarı açmak ve saati geri takmak gibi planlar yapıp bir de bunları annemle paylaşınca işler tersine döndü.
Giderek kısılan bir sesle yapılan itirazlarım annemin feryat fihanları arasında kayboldu. Yükselen oktavlarının içinde sesimi bulamadım. Gözlerime bir karanlık indi. Karanlıkta ellerimle etrafı yoklarken tutunduğum -tutundurulduğum- şey kazma kürek oldu. Etraf aydınlanmaya başladığında babamın mezarını geri kapatıyorduk.
Babamın saatini uzun uzun düşündüm. Ne olabilirdi anlamı? Nasıl bir yol görüyordu o saatte? Neden bir yol görme ihtiyacı hissediyordu? Yoksa babam da benim gibi kayıp mı olmuştu? Zihnim karışıyor, dönüyor, bulanıyor, parça parça oluyordu. Tüm bu kaosun içinde giderek belirginleşen bir düşünce oluşmaya başlıyordu: Bu saat babama yol gösterebildiyse belki bana da gösterebilirdi. Hayır, belki değil. Gösterirdi. Gösterecekti.
Gecem ve gündüzüm bunu düşünerek geçmeye başladı. Ne seksek oynuyor ne etrafımdaki aynılığı görüyordum artık. Bambaşka bir yol vardı önümde. Yolun muhteşem bir çekiciliği vardı, biliyordum. Ama aydınlatacak sokak lambalarından mahrumdu. O sokak lambaları, babamın saatiydi. Tuhaf bulduğum, kaçtığım, kurtulmak istediğim babamın kahvedeki koltuğunda oturuyor, onun saatinin hayatımı kurtaracağı düşüncesine karşı koymaya çalışıyordum. Ama içime ateş düştü bir kere. Kurtuluşum yok. Babamın mezarı tekrar aydınlanacak ve o aydınlık benim hayatıma pusula olacak. O saatin dişlileri, beni hayatın çarklarından kurtaracak.
Hacer U.