Her ölen gittikçe mübarekleşir. Adının önüne bir "velî", bir "ermiş" yakıştırması yapılır; Mehmet Efendi'ye de vefatından sonra "Saatî Hazretleri" demeye başladılar. Oysa sağlığında, ne ışık saçan bir yüzü vardı ne de bir hikmet umulur, sırtı sıvazlanırdı. Ne şeytana külah ters giydirecek bir kurnazlığı, ne de gökyüzüne dua gönderecek kadar saf bir kalbi vardı. Herhangi bir adamdı işte; ne eksik, ne de fazla. Evinin önü yaz kış aynı solgunlukta, dili her daim ölçüsüz bir sükûtta. Fakat öldüğünde bileğine takılı duran eski kol saati, mezarının toprağını gece vakti titreten tik taklarıyla, adını dokuz yılda cümle âleme duyurdu. Bir rivayete göre, saatin durduğu an kıyamet kopacak, bir başka rivayete göre ise, mezarlığın kıyısına kulak dayayıp üç gece tik takları dinleyen dilsiz ve kekeme çocuklar dile gelecek, peltek yavrular bülbül gibi şakıyacaktı. Ne zaman biri onun mezarının önünden geçse, havada zamanı dürten, nefes kesen bir uğultu olurdu. Köhne mezarlık, gelen gidenle kıymetlenmiş, sonunda Mehmet Efendi’nin türbesi çevrenin en göz alıcı yeri haline gelmişti. Sağlığında elde edemediği şöhreti, vefatının ardından ölü toprağının bereketiyle bulmuştu.
Mehmet Efendi'nin ölümünden sonra bile susmayan saati, köyde lafı döndürdükçe döndürdü. Mezarlığın kenarındaki kahvede, nargile fokurtuları arasında türlü türlü rivayetler türedi. "Ben geçen gece yanından geçtim, vallahi de billahi de saat sesi duydum!" dedi biri, elini şakağına götürerek. "Hadi oradan Hüseyin! Kendi kalbinin atışını dinlemişsindir!" diye homurdandı yaşlı Muhtar Hasan. "Yok yahu, bak, Halil'in oğlu bile duymuş! Küçücük çocuk yalan mı söyler?"
Kahkahalar, fısıldaşmalar arasında, köyün meraklı çocukları mezarlığın etrafında kümelenmeye başladı. Üç gece üst üste gelip mezarın toprağına kulak verenler oldu. Bir gece, kolları sıvalı iki ufaklık, başlarının üstünde yıldızlar titrek titrek yanarken, Mehmet Efendi’nin mezarına yüzlerini dayamış, kulak kesilmişti. Çocuklardan biri fısıldadı: "Duyuyon mu Ali?", "Hee, valla duyuyom... dedem derdi; üç gece dinlersen dile gelir dilin." Korkudan gözleri faltaşı gibi açılmıştı ikisinin de. Bir süre sonra biri burnunu çekti, diğeri tükürüğünü yuttu. O an hafif bir rüzgar esti; mezarın üstündeki kuru yapraklar kıpırdadı. "Aha, kıpırdadı lan! Vallahi kıpırdadı!" diye haykırdı ufak olan. "Şştt! Bağırma! Uyandırıcan adamı!"
O geceden sonra, köyde bir tuhaflık başladı. En çok da Veli'nin oğlu İsmail'de. İsmail, doğduğundan beri tek bir cümleyi bile doğru dürüst kuramazdı. Ağzından çıkan her kelime ya kekemelikle bölünür ya da peltek bir uğultuya dönüşürdü. Ama o sabah, mezarlık toprağından kalkıp eve dönerken, anası ekmek yoğururken birden bire başında bitiveren çocuğunun şu sözlerini işitti: "Ana, su ver." Kadın elinden yoğurduğu hamuru düşürdü. Çünkü o kısa cümle, yıllardır hasretle beklediği bir açıklıktaydı. Tane tane, apaçık. Ellerini eteğine silip çocuğun yüzüne eğildi: "Bir daha de oğlum," dedi titrek bir sesle. İsmail, hafif utanarak başını eğdi. "Ana... su ver." Kapıdan bakan komşu kadınlar da gördü olanı. İki saat içinde, İsmail’in dili çözülmüş haberi kahveye, oradan harman yerine, oradan caminin avlusuna yayıldı. Köyde kimse artık şüphe etmedi: Saatî Hazretleri'nin mezarında bir hikmet vardı.
Mehmet Efendi, her sabah erkenden kalkar, tamirhanesinin penceresinden sızan cılız ışıkla çalışmaya başlardı. Masasının üstü, her biri bir zerreyi andıran dişlilerle, milimetrik vidalarla doluydu. Her gün, sessizce eski bir dua fısıldayarak çalışma önlüğünü sırtına geçirir, ellerini sabunla değil, sirkeyle yıkardı. "Sirke, teri alır," derdi. "Saat, insanın kokusunu taşımazsa daha uzun yaşar." Masa lambasını eğip büyüteci gözüne taktığında, dünya sessiz bir kubbeye dönüşürdü. Saat tiktakları etrafı doldururdu. Saatlerin sırtını açtığında karşısına çıkan minik dişliler, kaçış çarkı, denge çarkı, ona kâinatın gizli düzenini hatırlatırdı. Her hareketini ölçer biçerdi; bir dişlinin eksenine minik bir yağ damlası bırakırken nefesini tutar, parmaklarını kıpırdatmadan uzun saniyeler beklerdi. O anlarda onu izleyen biri olsaydı, zamanı ağır çekime alınmış zannedebilirdi. Denge çarkının altın renkli kıpırtısını seyrederken, zamanın nabzını tutuyormuş gibi hissederdi kendini. Her tik tak, ona bir sır fısıldar gibi uğuldayarak derdi ki: "Vakit emanettir." Palet çatısının dişlerini zımparalar, taş yatakların üzerine minicik yağ damlaları kondururdu. Bu çalışma düzeni, vaktiyle çıraklığını yaptığı ustasından kalma bir emanetti. Ustasından kalan bir diğer emanet ise, kahverengi deri kordonlu, eski ama sağlam bir kol saatiydi.
İşin tuhafı, Mehmet Efendi'nin saati her zaman biraz garip çalışırdı. Ne bir saniye geri kalır, ne de ileri giderdi; ama bir türlü etraftaki başka saatlere benzemezdi. Hangi tamirciye gösterse, "Bu saat bir acayip ayarlanmış," derdi. Kurmalı saatti, ama haftalarca kurmadan çalıştığı olurdu. Bazen, gecenin köründe, tam uykuya dalarken, Mehmet Efendi saate göz atar, onun içinden gelen derin, tok bir tıkırtıyı duyduğunu sanırdı. Sanki yalnız zamanı değil, başka bir şeyin de ölçüsünü tutuyordu. Yalnızca saniyeleri değil, alınan nefesleri, atılan adımları, hatta insanın içine çöken sessizlikleri bile bir yere kaydediyor gibiydi. Fakat Mehmet Efendi bunları hiç kimseye anlatmazdı. Bir saatin, saati doğru göstermesinden fazlasını yapması, hem biraz ürkütücü, hem de lüzumsuzdu onun gözünde. O yüzden sadece işini yaptı; her defasında taş yatağına minicik bir yağ damlası koydu, her defasında denge çarkının titreşimini ölçtü. Saat çalıştıkça, o da çalıştı. Ne eksik, ne fazla. Bir zaman sonra, saatin ritmiyle kendi kalbinin ritmi birbirine karıştı da farkına varmadı bile. Zaten vakti gelince, o eski kahverengi deri kordonlu saat, kendi kendine yeni bir görev üstlenecekti. Mehmet Efendi bunu bilmeden, sadece usulüne uygun yaparak emanet etti zamanı. Başka bir el açıklamadı ona sırrı; başka bir ağız fısıldamadı kulağına. Yalnızca yıllar süren o sessiz, sabırlı uğraş, saatin içine, usul usul, görünmez bir mühür basmıştı.
Ölümüne birkaç gün kala, Mehmet Efendi saate daha bir dikkatle bakmaya başladı. Parmaklarıyla camını silerken, sanki bir yerlerde eksilen bir zamanı telafi ediyormuş gibi titizdi. O gece, tamirhanesinin kapısını içeriden sürgüleyip, lambasını loşlaştırdığında, her zamanki gibi bir tamirat değil, başka bir işi tamamlayacaktı. Saatin üstünü örten kadife örtüyü kaldırdı, büyüteci gözünün önüne indirdi. Ve ağır ağır, usulca, vakti geldiğini bilerek, son ayarı yaptı.Derin bir nefes aldı, ellerini titizlikle sabunladı. Sonra, bir küçük şişeden iki damla sirke dökerek parmaklarına yedirdi. Ellerini gökyüzüne uzatıp kuruturken, loş lambanın altında kımıldamadan durdu. Saatin üstünü örten kadife örtüyü kaldırdı. Büyüteci sol gözüne yerleştirdi, sağ gözünü kısmadan açtı. Ellerini ağır ağır hareket ettirdi; sanki zamanı ürkütmekten korkar gibiydi. Kasayı açtığında, içinde binbir parçalı bir evren serildi önüne. Ana yay, denge çarkı, palet çatısı, kaçış çarkı… Her biri yılların aşinalığıyla gözünün önünde parladı. Bir fırçayla toz zerrelerini temizledi. Bir taş yatağa minicik bir damla yağ bıraktı. Kurma kolunu bir iki kez nazikçe çevirdi. Saatin içindeki titreşimler, onun parmak uçlarına usulca dokundu; sanki içten içe, "buradayım" diyordu. Mehmet Efendi, tik tak seslerini dinledi bir süre. Sonra, küçücük bir tornavidayla regülatörü hafifçe düzeltti. Ne hızlı, ne yavaş… Tam kıvamında bir ritim yakaladı. İç çekerek kasayı kapattı. Saatin camına hafifçe nefesiyle buğu yapıp parmaklarıyla sildi; iz bırakmadı. O an kendi kendine mırıldandı: "Zamanı doğru ayarladım. Artık emanet edebilirim." Saatin kurma kolunu son kez çevirdi. Tık... tık... tık... Ritim kusursuzdu. Sonra saatini sol bileğine taktı. Ve derin bir sessizlik içinde, koltuğuna yaslandı. O gece, Mehmet Efendi’nin nefesi kesildiğinde, saat hâlâ tik tak etmeye devam ediyordu.