O gün, gün doğmuştu. Artık memleketine tamamen dönme zamanı gelmişti. Artık kimseden saklanmayacaktı. Artık adını gizlemeyecek, nerede ne iş yaptığını saklamayacaktı. Artık bitmişti zorlu, karanlık günler. Hazırlanmak için kalktı. Ellerini yüzünü yıkamak için lavaboya gitti. Suyu açtı, suyun altında parmaklarını açtı. Biraz öyle durdu. Parmaklarının arasından akıp giden suyu izledi öylece. Parmak aralarından akan suları avuç içiyle yakalamaya çalıştı, yakalayamadı. Ellerini ters çevirdi. Yukarıya doğru kaldırdı. Sağ eline odaklandı. Ellerinden koluna doğru süzülen suyu inceledi. Gözleri kısıldı. Başını aynaya doğru yavaşça kaldırdı. Kendi kendine gülümsedi öylece. Kendiyle göz gözeydi. Gözlerinin içi parlıyordu. Dudaklarının iki yanı kulaklarına varmışken gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Soluna doğru dönerek lavabonun önüne çömeldi. Islak elleri yanaklarından saçlarına doğru ilerledi. Saçlarının içinde dolandı parmakları. Ağlaması artmıştı. Kulaklarından düşüşe geçmiş dudak kenarları yer çekimine engel olamamıştı. Hıçkırmaya başlamıştı. Dudakları büzük büzüktü. Bir çocuğun ağlaması gibi ağlıyordu. Sesi çıkacaktı derhal elleriyle ağzını kapattı. Gözleri fal taşı gibi oldu. Kafasını iki yana çevirip duruyordu. Bağıramazdı ama içine doğru bağırmayı deneyebilirdi. Ağzını açtı “Aaaaa…” diyerek içine doğru bağırdı. Rahatlıyordu. Gözyaşlarıyla bütün yükleri biraz olsun hafifliyordu.
Hep böyle olacak değildi ya ağlaması bitti doğruldu. Elini yüzünü yıkadı, kuruladı. Aynaya bakarak üzerini düzenledi. Banyodan çıktı nişanlısı onu bekliyordu. Dosyaları toparladı. Nişanlısına dönüp, “Baksana sonuna geldik. Bütün çalışmalarım tamamlandı. Artık konsoloslukta belge işlerini tamamlarsak evlenince memleketime gidebileceğiz. O kadar özledim ki… Yıllardır gidemiyorum içimde hem kırgınlık hem dolduramadığım bir hasret var. Ailemle orada burada görüşmekten çok sıkıldım. Vatanımda parya bile olamıyorum. Ali Şeriati’den ne farkım kaldı sahiden.” dedi. Nişanlısı yerinden kalkıp sarıldı ona. Elleriyle yüzünü tuttu. Gözlerine baktı gülümseyerek. “Geçti bak her şey bitti. Ali Şeriati gibi olmadın, sen kabul edildin. Ölmeden anlaşıldın.” dedi. Oysa ikisi de biliyordu; anlaşılmamıştı. Ve bunu konuşmak, yaralarını kanatmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Ülkesiyle yaptığı bir anlaşma vardı. Tek bir adam bütün ülke için tehdit oluşturuyordu. Yöneticiler kendilerine göre bu adamın ortalığı karıştırmasını kabullenemiyorlardı. Çünkü bütün düzeni bozacak yazıları vardı ve bu yazıları dünyaya yayıyordu. Çünkü ülkesine karşı olan bir sürü ülke de vardı. Destekleniyordu her bir yandan.
Bütün belgeleri tamamlayıp otelden çıktılar. Konsolosluğa gitmek için taksiye bindiler. Nişanlısı koluna girdi, başını omzuna yasladı. Heyecanla karışık bir gerginlik vardı ikisinin de içinde. Konsolosluğun kapısına geldiklerinde yalnızca randevusu olan kişi içeri alınacaktı. Nişanlısı dışarıda bekledi. İçeri adım attığında, herkesin nazik karşılamasıyla karşılaştı. Hoş geldiniz sözleri havada uçuşuyordu. Bir gariplik vardı. Sezdi bunu. Biliyordu; prens affetmiş, bir anlaşma imzalanmıştı. Ama bu, onu istedikleri anlamına gelmiyordu. Tedirgin adımlarla koridorda ilerledi. Yanında iki güvenlik görevlisi vardı. Bir odaya alındı. Beklemesi söylendi. Konsolos işlemler yapılırken kendisiyle görüşmek istemişti. Zaman ağır akıyordu. Sonra bir görevli geldi. Toplantı odasına götürülecekti. Konsolos onu bekliyordu. Masadan kalktı, elini uzattı. Elini tam tutmuşken, bir güvenlik görevlisi sırtından yaklaşıp susturuculu bir tabancayla ateş etti. Garip bir ses çıktı ağzından. Göğsünden fışkıran kan konsolosun beyaz gömleğine sıçradı. Dizleri kırıldı, yere yığıldı. Konsolos elini bırakmadı. İki eliyle sıkıca tutuyordu. Eli karıncalandı. Fakat tek gerçek hissettiği şey eliydi. Dizleri üzerine düştü. Dizlerinin üzerine düşünce kafası öne doğru düşmeye başladı. Gözleri kolundaki saate takıldı. Saat 13:14’ü gösteriyordu. Kafasını biraz kaldırıp konsolosa bakmaya yeltendi. Göz göze geldiler. Konsolos çirkince tebessüm ediyordu. Konsolos ellerini bıraktığı gibi yere yığıldı. Konsolos doğruldu ceketinin cebinden peçetesini çıkarıp boynuna ve yüzüne sıçrayan kanları sildi. Arkasını dönerek peçeteyi yere yığılan bedenin üzerine attı.
…
Nişanlısı dışarı bekliyordu. Uzun sürecek bir iş değildi. Yani en azından bu kadar da uzun sürmemeliydi. Güvenliğe gidip sordu. O an aklını yitirebileceği bir cevap aldı. Çünkü hiç konuşmayıp olmasından korktukları şey olmuş olabilirdi. Nişanlısının konsolosluktan ayrıldığını söylediler. Kadın doğrudan Türk yetkililere ulaştı. Durumu enine boyuna anlattı. Fakat her şey için çok geçti. Konsolosluktan içeri kimseyi almadıkları gibi herhangi bir açıklama da yapmıyorlardı. Günler günleri kovaladı. Aylar ayları. Davalar açıldı. Birleşmiş milletler, insan hakları mahkemesi olay buralara kadar ilerlemişti. Bir gazeteci ortadan kaybolmuştu. Konsolosluğa girmiş ve çıkışı asla olmamıştı. Etraftaki kameralar izlenmiş, çevredekiler sorguya alınmış fakat hiçbir veriye ulaşılamamıştı. Konsolosluk nihayet Türk heyetin girmesine izin vermişti. İki ülkeden de arama heyetleri konsolosluğa girip incelemelerde bulundular. Duvarlar yeni boyanmıştı. Kasvetli havayı boya kokusuyla gizlemeye çalıştıkları da aşikardı. Bu kusursuz düzenlenmiş bir plandı. Suikastin olduğu gün o ülkeden bir heyet gelmişti İstanbul’a ve aynı gün akşamında da bu heyetten yetkililer farklı özel uçaklarla buradan ayrılmışlardı. Her şey aşikardı aslında.
…
Yere yığılan adamı güzelce paketlemeleri için emir veren konsolos masaya geçip oturdu. O gün randevusu olan tek kişiydi. Bir nevi bütün konsolosluk bu suikast için ayırtılmıştı. Gazeteci ilk kez ülkesinde kabul görmüş ve özel bir yer ayrılmıştı onun için. Fakat aynanın öbür yanındaydı her şey. Aksini görüyordu, yansımasını değil. İçeriye birkaç çalışan ellerinde büyük siyah deri valizlerle girdiler. İçlerinden biri de elinde özel bir alet çantasıyla girdi. Yerde yığılan bedeni parçalara böldüler. Her şey çok nizamiydi. Koluyla başını bir valize bacaklarını bir diğer valize. Böyle böyle ayırdılar. Konsolosun masadaki telefonu çaldı o sırada. Telefonu açtı “Buradan ayrıldı deyin ve gönderin.” dedi. Telefonu kapattı. Usulce kalktı ve “İşiniz bitince hepiniz belirtilen saatlerde özel uçaklarla gideceksiniz. Çantalarınız aranmayacak. Yine de dikkatli olun.” dedi ve odadan çıktı.
…
Aylar geçmiş ve mahkeme kararları çıkmıştı. Tutuklanan on bir kişinin üçü suçsuz bulunmuş dördüne idam cezası kalanlara da 27 yıl hapis cezası verilmişti. Gazetecinin ailesi bir sonraki duruşmaya çağrılmıştı. Aile idam cezasını talep etmeyerek şikayette bulunmamışlardı. Böylece idam cezaları iptal edilmiş, hapis cezalarına da indirim uygulanmıştı. Dünyayı çalkalayan olay böylece üstü kapanıp gidecekti.
…
Gözlerim konsolosun gözlerine takılı kaldı. Öylece öldüm. Her şey bitti derken o çok merak ettiğim ruhlar alemine geçiş yapacak mıydım? Ayaklarımdan çekilen ruhum beynimden fışkırdı sanki o an. Fakat garip bir his hissediyordum. Tanımlayamıyorum bunu. İçime içime bağırır gibi bir şey bu. Dışarı çıkamıyordum. Sanki kısılı kalmıştım bir kutu içine. Bağırmak istiyordum. Kalkmak istiyordum. Sanki bütün bedenimi hissediyordum fakat üzerimde korkunç bir ağırlık vardı. Bedenime hakimiyet sağlayamıyordum. Bağırmak istiyordum. Çıkmak istiyordum bu kara kutudan. “Aaaaaaaa…” Bağırıyordum fakat sesim çıkmıyordu sanki. Yorulmuştum, tükenmiştim. Sanırım ölmek böyle bir histi. Gözlerimi açabildim nihayet fakat o da neydi? Karşımda gördüğüm sadece sağ kolumdu! Gözlerim saate takılı kaldı. Saat hâlâ 13:14’tü.