Derste Yemek Yemek Yasak

Fatma Ünsal

Yaşlı Susilo beni canımdan bezdirdi. Biz Endonezler elbette yaşlılarımıza hürmet gösteririz ama ne zaman onu görsem bana, “Babana söyle, Allah ona senin gibi evlat vermiş olmakla onu cezalandırıyor diyor Susilo amca, de tamam mı?” diyor ve basıyor kahkahayı sinirli sinirli. Ne demek babamı Allah benimle cezalandırıyor? Ben bu adama ne yaptım hiç hatırlamıyorum. Gerçi biraz hatırlıyor olabilirim.

O zamanlar on iki on üç yaşında var yokum. Babam beni dişçi Ahmad’ın yanına çırak vermişti altı aylığına. Aylaklık edeceğine okul harçlığını kazan diye. Annemin gönlü olmasa da verdi. Gönlünün olmaması kıyamadığından değildi annemin. Başlarına öreceğim çoraplardan korkuyordu zavallı kadın. Bayağı da ördüm Allah var. İşte onlardan biri de Susilo’ydu. Dişim ağrıyor diye bağıra bağıra Ahmad’ın muayenehanesine geldi bir gün Susilo. Ahmad, başka hastaların başındaydı. Bana Susilo’yu ön muayeneden geçirmemi, diş etini uyuşturmamı söyledi. Susilo’yu diğer muayene odasına aldım. Başta tereddütlüydü. Sonra baktı öz güvenli duruyorum, rahatladı. Şırıngaya anestezik ilacı doldurdum. Ağzını bir güzel açtırdım. Ahmad’dan gördüğüm gibi tampon bile yerleştirdim. Aslında çekilecek olan belliydi. Altta azıların biri. Ama şöyle bir baktım ağzının içine, üstte de en az üç dişi çürüktü. Hazır çekmişken dedim…Üst diş etine de enjekte ettim anestezik ilaçtan. Anlamadığından sesini çıkarmadı. Ahmad’a baktım, daha geleceği yok. Aldım elime pensi, çürük dişi çekmeye başladım. Ama pensin arasında diş parçalandı. Susilo, ağzı uyuşuk olduğundan anlamadı. Devam ettikçe daha da parçalandı diş. Ben de diğerine geçtim, sonra diğerine. Üç dört dişin bir tanesini çektim. Diğerleri parçalandı. Ahmad yanımıza geldiğinde avazı çıktığı kadar bağırdı. Susilo’nun ağzı da bayağı kan dolmuştu. Kolumdan tuttuğu gibi attı beni dışarı. Susilo’nun ağzının uyuşukluğu yeni yeni geçtiğinden tam farkında değildi. Muayenehaneden biraz uzaklaşmıştım ki yaşlı Susilo pencereyi açtı ve bağırmaya başladı: “Seni gördüğüm ilk yerde etlerini didikleyeceğim!” İyilikten anlamazsın zaten, diye karşılık verdim ona. O günden beri yolumu keser ve takma dişleriyle bana tıslar. İyilikten anlamaz. Sayemde sapasağlam dişleri var işte.

Seneler geçse de beni rahat bırakmadı. Öğretmen okuluna ailemin beni uğurladığı gün, yanımıza geldi ve: “Öyle öğrencilerin olur ki hayretten hayrete düşersin inşallah. Canının derdine düşürecek öğrencilerin olur da bana ettiklerini Allah sana ödetir Jaka inşallah.” diye beddua etti. Babamla annem susturmaya çalıştılarsa da beceremediler. Gözlerim doldu: “Barış benimle artık amca. Çocuktum o zaman. Bak gidiyorum. Hayırlı dua et hadi.” dediysem de dinlemedi. Komşumuz Nirmala teyze koluna girdi de uzaklaştırdı yanımızdan. Annem onlar gidince, “Okulunda rahat dur Jaka. Beddua almak kötü. Ne olacak şimdi?” dedi endişeyle. “Ne olabilir ki anne?” dedim. “Devlet beni tutup Tupsiwoların köyüne yollayacak değil ya.” diye güldüm. Sonra babam da güldü. Ama annem gülmedi. Dünyada kalan son yamyam köyüydü Tupsiwo.

Annemin sözünü tuttum ve okuluma uslu uslu devam ettim. Zaten derslerden başımızı kaldıramıyorduk. Mecbur kaldım biraz da. Üçüncü senemizde derslerden birine bizim kasabalı bir hoca başladı. Bir yerden tanıdık ama nereden diye düşünüp duruyordum ki aynı kasabadan olduğumuzu anlayınca kendisi dedi: “Ben Susilo’nun torunuyum Jaka. Senin baban kimdi? Bizimkilere sorayım.” Susilo’nun burada da peşimi bırakmaması canımı sıkmıştı. Kendimi tanıttım hocaya ama dedesiyle parlak olmayan ilişkimizi de anlatınca patlattı kahkahayı: “Sen bitmişsin Java.” dedi. “Dedemin ağzından çıkan tüm beddualar tuttu şimdiye kadar.” diye ekledi ve tutan bedduaları sayıp dökmeye başladı.

“Çaresi yok mu hocam kendimi affettirmenin?” diye sordum omuzlarım düşük. Başını hayır manasında salladı. “İnatçının tekidir.” dedi. “Babama bile ne beddualar etti de yaşamadan kurtulamadı. Bence sen kendini ona göre hazırla. Tupsiwo köyüne gidecekmişsin gibi düşün. Ha Allah büyüktür. Belki dedem seni affeder de kurtulursun onun o lanetli çenesinden.” dedi pek de inanmayarak.

Mezun olduğum yaz, Susilo’nun yanına gittim. Baktım ki ölüm döşeğinde. Sayıklayıp duruyor, kendinde de değil. “Hah.” dedim içimden. “Tam zamanı. Zaten aklı başında değil. Öyle böyle affettim dedirteyim.” Başında tam üç saat kesintisiz bekledim. Akrabaları garip garip baktılar bana bu neden gitmiyor diye. “Susilo amcayı çok severdim. O da beni çok severdi.” diye yalan söyledim onlara. Duygulandılar. Dua et ruhuna, dediler. Tabii tabii, dedim hep ediyorum. Susilo bir aralık gözünü açtı. O kadar kalabalıktan beni gördü. Kızlarını, gelinlerini, damatlarını oğullarını değil de beni. Fersiz elini kaldırdı ve işaret parmağıyla beni işaret ederken bir şeyler söyledi. “İşte gördünüz mü?” dedim yanımdakilere. “Susilo beni şu hâlinde bile unutmamış.” Hemen yanında oturan oğlu eğildi, ne dediğini dinledi. Başını benden yana çevirdiğinde gözlerinden ateş çıkıyordu. “Git buradan utanmaz çocuk, beddua edip duruyor sana git buradan!” diye üstüme yürüdü. Ben de mecbur kaçtım. Artık dönüşü yoktu bu işin. Allah bana merhamet buyursaydı. Susilo bir gün sonra öldü. Beni affetmeden.

Öğretmenlik kuraları çekilirken annem heyecandan bayılacaktı. Babam ciddi duruşuyla devlet başkanı gibi yanımızda oturuyordu. “Baba,” dedim. “Hiç mi heyecanlı değilsin?” Gözünün ucuyla baktı: “İstersen kalkıp oynayayım da Najat aklını yitirmiş desinler, ne dersin?” diye tersledi. Güldüm. Beklemeye başladık. En son ana kadar çıkmadı adım. Geriye pek de bir yer kalmamıştı. “Tupsiwo’nun öğretmeni…” dedi kurayı yapan görevli. “Jaka Aslam. Hayırlı olsun.” Annem oracıkta bayıldı. Babam devlet başkanı gibi canını sıktı. Yani ne hissettiğini anlamadım. Bense Susilo’ya rahmet okudum.

Annem bavulumu hazırlarken beni iknaya çalıştı. “Gitme,” dedi. “Dayının yanında işe başlarsın.” Boşuna mı okudum anne, diye itiraz ettim. Hem onlar kendi içlerinde yiyorlar birbirlerini. Öğretmenlerine, oraya gelen görevlilere dokunmuyorlarmış korkma, dedim. Endişeliydi. Ben de tabii. Ama üç yıl dayanmam gerekecekti. Sağ kalırsam.

Bir ay sonra Tupsiwo’ya ulaştım. Öğretmenlerin kaldığı eve beni yerleştirdiler. Köyün tek öğretmeniydim. Babamla evi iyice tamir ettik. Kapılara pencerelere sürgüler taktık. Sonra muhtar geldi. Endişemizi fark etti. “Korkmayın,” dedi. “Bizim gıdamız köyümüzden çıkar. Yabancıları sevmeyiz gıda olarak.” Oh çektim. Babam tuhaf tuhaf baktı o zaman. Sessizce, “Adam biz köyden yiyoruz diyor sen oh diyorsun. Ne biçim öğretmensin sen?” “Tabiata karışamam baba.” diye cevapladım. “Bence sen de karışma.” Babamla annem ertesi gün döndü evimize. Baktım annem arabanın içinde ağlamaktan fenalık geçiriyordu.

İlk ders günü epey heyecanlıydım. Görev yerinin ne önemi var hem? Okulun olduğu her yer önemlidir bizim için. Köyün tek öğretmeni de olduğumdan erkenden gittim okula. Müdürle birlikte iki kişiydik. Sınıfa gitmeden biraz konuştuk. O da buralı değildi. Yaklaşık dört yıldır da bu okulun müdürü olduğunu söyledi. “Gördüğün gibi tek parçayım.” dedi. “Bacağım bir kere olsun ısırılmadı.” Güldü ama ben gülemedim. Susilo, inşallah ruhun huzur bulmuyordur.

Hangi kasabadan olduğumu sordu. Söylediğimde şaşırdı. “Öğretmen kuralarını yapan ekibin içinde sizin kasabalı biri de olmalı. Neydi adı? Nasim Kurowo, evet Nasim Bey.” dedi. Kurowo mu? Susilo’nun soyadı da böyleydi. Belki de gitti bu akrabasına iyice tembihledi beni buraya yollaması için. Belki de torunu. Ama onun parmağı olduğu kesindi. Ruhun iki kere huzur bulmasın Susilo. Müdür sınıfa gitmeden uyardı beni. “Taşkınlık gördüğünde soğukkanlı bir şekilde uyar, olmadı…” Masanın altından demir bir sopa çıkardı ve bana uzattı: “Olmadı bununla ayırırsın.” dedi. “Ama,” dedim “Bu pedagojiye aykırı.” Güldü gevrek gevrek: “İyi, kolunu uzat da sakinleşsinler o zaman.” deyiverince demir sopayı yavaşça aldım elinden.

Sınıfa girdim. Çok tedirgindim ama belli etmemeye çalışıyordum. Çocuklar uslu duruyorlardı şöyle bakınca. Kendimi tanıttım. Hadi siz de tanıtın kendinizi, dedim. Dedim demesine ama ağızlarını açmadılar. Sadece bir tanesi ayağa kalktı ve: “Nereden geliyorsunuz?” dedi. “Buralı değilim.” dedim. O zaman sırayla kendilerini tanıtmaya başladılar uslu uslu. İlk gün tanışmayla geçti. Kasabamı anlattım onlara. Yemeklerimizi sordular. Ben ağzımdan sular aka aka anlattım. Birisi bir ara kalktı ve tükürdü bunlar da yenir mi hiç diye. Doğru, dedim. Sizin yiyecekleriniz daha bizden. Ruhun huzur bulmasın Susilo.

Bir hafta gayet rahat geçti. Müdür endişeli soruyordu her seferinde ama sorun yok, diyordum. Tatlı çocuklar. Bir şeyi övünce başına gelecekleri izle, diye bir Endonez atasözü var. İşte o gün geldi. Tedirgin tedirgin beklemenin meyvesini yedim. Tahtaya toplama çıkarma ödevlerini yazarken bir gürültü koptu sınıfta. Masamın altındaki demir çubuğa koştum hemen. Sonra sınıfa döndüm. Bir de ne göreyim, iki oğlan önlerinde oturan iki çocuğu yakalamışlar, kollarını kemirmeye çalışmıyorlar mı? Diğerleri de tempo tutuyor onlara: “Ye ye ye ye!” “Heey!” diye bağırdım. Durmadılar. Demir çubuğu küt küt vurdum masaya. Sustular. “Arkadaşlar, arkadaşlarımızı yemeyelim lütfen!” Çocuklar arkadaşlarının kollarını bırakırken söyleniyorlardı: “Biz acıkınca böyle besleniyoruz ama.” “Sınıfta böyle beslenme olmaz.” diye bağırdım. “Dışarıda da olmaz. Yahu gidin geyik avlayın. Gidin ıspanak yiyin. Gidin tavuk yiyin.” Dünyanın en normal cümlesini söylemiştim o gün onlara. Dünyanın en aptalca cümlesini işitmiş gibi davrandılar. Çoğu insan gibi.

Ders bitimi sınıfta olanları müdüre anlattım. Şaşırmadan dinledi. “Alış bunlara.” dedi. “Bir keresinde öğrencilerden birini bacağıma tuz serperken yakalamıştım ben. Ne var ki bunda?” “Ne var ki bunda mı?” diye haykırdım. “Delirdiniz mi Müdür Bey? Bu normal değil ki.” “Onlara göre normal. Devlet de okul açtığına göre, umudu var bunlardan demek ki.” dedi. “Galiba ben dayanamayacağım.” dedim. Oracıkta hemen istifa dilekçemi yazıverdim. “Sen bilirsin.” dedi. “Kasabana gittiğinde adın korkağa çıkar. Sil silebilirsen namını. Biraz daha düşün istersen.” dedi.

Düşündüm.

Üç ay sonra yine sıradan derslerin birinde bir kız öğrencim, sıra arkadaşının kulağına eğilmiş şöyle fısıldıyordu: “Öğretmenin parmakları nasıl da lezzetli duruyor değil mi Peta?”