Yiyen Yazılmaz

Emine Genç

Öğretmenler odasındaki çaydanlık bir kez daha fokurdayınca Keriman Hoca kararını verdi: O çayı içmeden sınıfa gitmeyecekti. Geçen sefer, 9-D sınıfına çaysız girmişti ve üç öğrenci tartışma sırasında kendi ayak baş parmaklarını kemirmişti. Bu, disiplinsizlik değil; sadece düşük kan şekeriyle birleşmiş kimyasal içgüdülerdi. Yoksa ders sırasında yemek yenmeyeceğini bilecek düzeydeydiler. En azından rehberlik servisi böyle söylemişti.

Uzun süre ötekeleştirilerek adeta azınlık gibi gizli kapaklı yaşanan yamyamlık, sonunda Dünya Sağlık Örgütü tarafından “gelişmiş protein döngüsü” olarak tanımlanmıştı. Bunun sonucu olarak yamyamlar hak ettikleri normal statüye kavuşmuştu. Artık tüm restoran menülerinde vegan seçeneğinin altında "insancıl et (gönüllü bağışlı)" seçeneği vardı. Okullarda da belirli kurallar oluşturulmuştu. Keriman Hoca’nın tek isteği ise bu kurallara uyulmasıydı:

1. Derste yemek yenmez.

2. Bağış belgesi olmadan yenmez.

3. Soslarla abartıya kaçılmaz.

Keriman Hoca tavşan kanı çayını içerek sınıfa girdi. Sınıf sessizdi. Çok sessiz. Sadece arka sıralardan gelen, hafif bir çatal-kaşık tıngırtısı vardı. Keriman Hoca o sesi tanıyordu. O ses, insan kaburgasının çatal bıçakla yumuşak biçimde ayrıştırıldığı sırada çıkan o kendine has, iç gıcıklayıcı cızırtıydı. Yavaşça yürüdü. Adımlarının sesi sınıfta yankılanıyor gibiydi. Her adımda sanki yer biraz daha eğiliyor, tavan biraz daha yaklaşıyordu. Arka sıraya vardığında, bir çember oluşturmuş öğrenciler dikkatlice bir işlem yapıyorlardı. Ortada bir çocuğun gövdesi vardı — ya da daha doğrusu, kalan kısmı.

“Hocam, bugün Tarık kendi rızasıyla verdi kalçadan bir parça,” dedi Elif. “Formu da imzaladı. Veli onayı da var. Babası 'eti de sizin kemiği de' demiş. Biraz barbekü sosunun aile etlerine çok yakıştığını da eklemiş. Siz de ister misiniz?” Keriman Hoca bir iç çekti, “Zilin çaldığını duymadınız mı? Derste yemek yenmez bilmiyor musunuz? Hadi herkes sıralarına geçsin Arkadaşlarımızı yemeyelim, lütfen, en azından ders saatinde değil.”

Dersi başlatmak istiyordu ama sınıfın atmosferi... farklıydı. Sanki bir şey eksikti. Veya fazlaydı. Alışılmadık bir şey var gibiydi. Herkes sırasına geçmiş, sırayla Tarık’tan kalan parçaları notlar alarak yiyor, pişirme derecelerini tartışıyor, kimyasal tepkimeleri konuşuyorlardı. Keriman Hoca tahtada bir yazı gördü.

“Yiyen, yazılamaz.”

El yazısı tanıdık değildi. Tahtanın yanındaki sınıf dolabının kapağı aralık kalmıştı. Keriman Hoca sanki tek sorun buymuş gibi kalkıp dolabın kapağını kapattı. Arkasını döndüğünde tahtadaki yazı silinmişti, Tarık da yoktu. Ne kalçası, ne etleri, ne de kazan. Sadece boş bir sıra, barbekü kokusu ve hâlâ sıcak duran bir peçete.

Bir öğrenci el kaldırdı: “Hocam, haftaya İbrahim kendini gönüllü bağışladı. Planlama yapalım mı? Afiş basacağız. ‘İbrahim’in Hayratı’ gibi bir şey…”

Keriman Hoca büyük bir koyvermişlikle başını salladı. Sınıf devam etti. O gün, yoklama defterini doldurmadı. Çünkü yedi kişi daha eksikti ama kim olduklarını bulamıyordu. Ne isimlerini ne de yüzlerini hatırlayamıyordu. Çok yorulmuş olmalıydı, kim bilir biraz protein takviyesi almak ona iyi gelebilirdi. Günü unutkanlıklarla savaşarak bitirdi. Akşam çantasını toparlarken bir peçete buldu. Üzerinde kanla yazılmış gibi duran, ama aslında domates sosu kokan bir not:

“Yiyen, yazılamaz.”

Keriman, gözlüğünü sildi. Bir an durdu, anlam veremedi. Sonra gülümsedi. En iyisi yarın kahvaltıda yumurta yiyeyim, diye düşündü. Ama ertesi sabah dolabı açtığında, sadece kemik vardı. İşte bu sabah, her şeyin değiştiği andı. O an sadece bir kahvaltı yapamayacağını değil, belki de artık “bir şey” yiyemeyeceğini anlamıştı. Çünkü boğazından geçen son gerçek tat, çayla beraber gelen bir hatıra gibiydi: Tarık’ın son bakışı, Elif’in peçeteye yazdığı not, Berke’nin gözündeki siyahlık. Hepsi, damakta bir yanık kaburga gibi kalmıştı.

O gün okula gittiğinde sınıf yerli yerindeydi. Ama öğrenciler bir garipti. Tüm sınıf eksiksizdi. Tarık da vardı, Elif de. Hatta geçen hafta hastaneye kaldırılan Buse bile sırasındaydı, sargısız. Hepsi gözlerini Keriman Hoca’ya dikmişti. Hiçbir şey demediler. Sessizce sıralarında oturuyorlardı.Keriman tahtaya konuları yazdı. Sayılar, kelimeler, formüller. Hiçbiri anlam ifade etmiyordu artık. Yazdığı her şey, tahtadan silinmeden önce sanki kendiliğinden çürümeye başlıyordu. Ve o anda fark etti: Yazılamıyordu. Kendi el yazısı bile artık ona ait değildi. Yoklama defterini açtı. Adlarını yazmak istedi. Tarık. Elif. Buse. Kalem kağıda değdi, ama hiçbiri yazılmadı. Hatta kendi adını denedi: Keriman.

Yok. Sayfa düz kaldı. Kalem kırıldı.

"Yiyen, yazılamaz."